Morganlar Nerede? – Did You Hear About The Morgans?

MORGANLAR NEREDE?”
“Did You Hear About the Morgans?”

22 Ocak 2010’da sinemalarda.

Yapım Bilgileri

Komedi filmi “Did You Hear About the Morgans/Morganlar Nerede?”de, Manhattanlı çok başarılı bir çift olan Paul ve Meryl Morgan’ı (Hugh Grant ve Sarah Jessica Parker) konu alıyor. Çiftin mükemmele yakın hayatlarındaki tek kayda değer sıkıntı çökmekte olan evlilikleridir. Ama aşk hayatlarındaki çalkantı başlarına gelecek şeye kıyasla bir hiçtir. Morganlar bir cinayete tanık olup kiralık katilin hedefi hâline gelince, tanıklarını korumak isteyen federaller çifti çok sevdikleri New York’tan kaçırıp, Wyoming’in küçük bir kasabasına götürürler. Paul ile Meryl’ın zaten sallantıda olan ilişkileri Rocky Dağları’nda tamamen bitme tehlikesiyle karşı karşıya kalır… fakat, Morganların BlackBerry’den yoksun yeni hayatlarında, günlük tempolarını düşürüp, tutkuyla yeniden tanışmaları da mümkündür.

Columbia Pictures, Relativity Media’yla birlikte bir Castle Rock Entertainment ve Banter Films yapımı olan “Did You Hear About the Morgans/Morganlar Nerede?”yi sunar. Başrollerini Hugh Grant, Sarah Jessica Parker, Sam Elliott, Mary Steenburgen, Elisabeth Moss, Michael Kelly ve Wilford Brimley’nin üstlendiği filmi Marc Lawrence yazdı ve yönetti. “Did You Hear About the Morgans/Morganlar Nerede?”nin yapımcılığını Martin Shafer ve Liz Glotzer, yönetici yapımcılığını Anthony Katagas ve Ryan Kavanaugh, ortak yapımcılığını ise Melissa Wells üstlendi. Filmin görüntü yönetimi Florian Ballhaus, yapım tasarımı Kevin Thompson, kurgusu A.C.E.’den Susan E. Morse, kostüm tasarımı Christopher Peterson, müziği ise Theodore Shapiro’nun imzasını taşıyor.

HİKAYE HAKKINDA

Marc Lawrence romantik komedi yazıp yönetmeye yabancı bir sinemacı değil. “Music and Lyrics” ve “Two Weeks Notice” de onun imzasını taşıyordu. Zaten “Did You Hear About the Morgans/Morganlar Nerede?”ye ilişkin fikirler geliştirmesi de bu filmler sırasında oldu. Öte yandan, bu yeni filmle romantik komedi türü içinde sınırlarını genişleterek yeni bir zemine, yani evliliğe adım attı.

“Bu fikir aklıma 10-11 yıl önce gelmişti. Başlayıp yarım bıraktığım bir projeydi. Ama sık sık tekrar su yüzüne çıkıyordu” diyor Lawrence ve ekliyor: “Bildiğin şeyi yaz derler ya, işte sorun da bu. Ben hiçbir şey bilmiyorum. Dairemden hiç çıkmıyorum. Bildiğim tek şey evlilik. Karımla üniversitedeyken tanıştım. Çok ama çok uzun zamandır evliyiz”.

Ama Morganlarınki herhangi bir evlilik değildir. Lawrence’a göre, “Sorunlu bir evlilik. Bu iki kişi birbirlerine olan bağlarını kaybetmişler. Bu, bir sadakatsizlikten kaynaklanıyor gibi görünse de aslında sorunun temelinde birbirlerinden uzaklaşmış olmaları yatıyor”.

Paul Morgan’ı canlandıran Hugh Grant filmin konusunu şöyle özetliyor: “Paul umutsuzca Meryl’ı geri kazanmaya çalışıyor. Bir akşam onu yemeğe çıkartıyor ve eve dönüş yolunda cinayete tanık oluyorlar. Davanın kilit tanıkları hâline geliyorlar. Katil onları gördüğü için, FBI, Morgan çiftini tanık koruma programına alıyor”.

Lawrence, çifti Tanık Koruma Programı’yla Wyoming’in Ray adlı kırsal kasabasına göndererek onları sudan çıkmış balık senaryosunun içine yerleştiriyor ve özgün bir yaklaşımla karı kocanın sorunlarıyla yüzleşmelerini sağlıyor. “New Yorklu bu elit çiftin Tanık Koruma Programı ile Wyoming’de küçük bir kovboy kasabasına gönderilmeleri evlilikleri üzerinde ilginç etkiler yaratıyor” diyor Grant.

Meryl Morgan’ı canlandıran Sarah Jessica Parker da bu romantik komedi yapıtının daha önceki projelerinden farklı olduğunu belirtiyor ve, “Mizahı hoşuma gitti. Meryl gibi birini canlandırmamıştım. Evliliği onunki gibi olan birini oynamamıştım” diyor.

Morgan çiftinin Wyoming’de ev sahipliğini ve koruyuculuğunu yapan kişiler federal görevliler Clay Wheeler (Sam Elliott) ve eşi Emma’dır (Mary Steenburgen). Clay ve Emma, Paul ve Meryl’a asistanları ya da kariyerleri olmadan küçük bir kasabada nasıl yaşayacaklarını gösterirken, bir yandan da evliliklerini nasıl kurtaracaklarını da öğretirler. Steenburgen, Morgan çifti için, “Güvenli limanlarının dışındalar. Bizi anlamıyorlar ve biz de onları anlamıyoruz” diyor ve ekliyor: “Ama birbirleriyle tekrar iletişim kurmaya başlıyorlar; Clay ile Emma’yı izleyerek evlilik hakkında bir şeyler öğreniyorlar”. Steenburgen birbirini tamamlayan bu iki çiftin, senaryodaki mizaha da yardımcı olduklarını söylüyor: “Bu örtüşme insanların birbirlerini anlamaya çalışmalarını izlemek açısından da çok eğlenceli”.

Evliliklerini kurtarmaya çalışmak ve çağdaş konforlardan uzak bir yaşam sürmek Paul ile Meryl’ın sorunlarının en ciddisi değildir. Kiralık katil Vincent (Michael Kelly) tüm tanıkları ortadan kaldırıp işini tamamlamak üzere çiftin peşinden gönderilmiştir.

Bu çok akıl almaz bir senaryo gibi görünebilir ama Lawrence şunu söylüyor: “Benim dünyayı algılayışım bu şekilde. Yazmak için oturduğumda, ‘Bir komedi yazacağım’ diye düşünmedim. Kafamdaki düşünce, ‘Evlilik hakkında bir hikaye yazacağım’ yönündeydi ve ortaya böyle bir sonuç çıktı”.

OYUNCU SEÇİMLERİ

“Bir film yapımının en zor iki işi doğru senaryo ve doğru oyuncu seçimidir” diyen Marc Lawrence, bu düşünce doğrultusunda Hugh Grant’e yöneldi. Aktör daha önce yazar-yönetmenin “Music and Lyrics” ve “Two Weeks Notice” adlı yapıtlarında da rol almıştı. “Elbette filmi Hugh için yazdım” diyor Lawrence ve ekliyor: “O kadar sık birlikte çalıştık ki bu düşünceyi ona açmam çok doğaldı. Kendisi de bu fikri beğendi. Ama resmi bir anlaşma yapmadık. Ben senaryoyu yazarım ve beğenirse oynar. Beğenmezse de beğenmez”.

Grant ise bu konuda şunları söylüyor: “Bence Marc gerçek bir komedi dehası ve ileriki yıllarda ona bu gözle bakılacak. Bunun şu ana kadar yazdığı en iyi senaryo olduğunu düşünüyorum. O yüzden de teklife karşı koyamadım. Pek çok romantik komedi filmi var ama bunların pek azı gerçekten komik. Marc hakikaten çok komik replikler yazıyor”. Grant için, yazarın yönetmenliği de üstlenmesi o projeyi daha cazip kılıyor çünkü bu şekilde ortaya daha iyi bir film çıktığına inanıyor. “Bir filmin ardında ne kadar az yaratıcı ses varsa o kadar iyi” diyor Grant ve ekliyor: “Berbat olan şey bir yazar ekibi tarafından yazılan projeye tepeden inme bir yönetmenin ve tepeden inme bir yapımcının getirilmesi, üstüne üstlük stüdyonun da söz sahibi olmasıdır. İşte o zaman cehennemi yaşarsınız”.

Grant’in Paul rolünü üstlenmesi kadar önemli bir diğer nokta da Meryl’ı canlandıracak harika bir aktris bulmaktı. Grant, Meryl’ın karakterini “dört dörtlük” olarak niteliyor ve, “Meryl daha önce Marc’ın yazdığı kadın karakterlerin bir uzantısı. Bu kadın karakterler çoğunlukla New Yorklu, çok başarılı, nevrotik, zeki, eğlenceli ve komik kadınlar. Bence onlar bir bakıma Marc’ın fantezi kadınları. Onlara aşık olmak hiç zor değil, hele hele Paul için” diyor.

Lawrence’ın Meryl karakteri için yorumu ise şöyle: “Özünde, Meryl iflah olmaz bir romantik. Aşk konusunda tam bir idealist. Dışa dönük, çekici ve sosyal. Ama eşinin sadakatsizliği yüzünden masumiyeti belli bir ölçüde ondan alınmış”.

Sarah Jessica Parker’dan başka kim hem kamera önünde hem arkasında bu şık Manhattanlı arketipi hayata geçirebilirdi? “New York’la o kadar özdeşleşmiş, o kadar enerjik ve sosyal bir insan ki Wyoming’de kendini gerçekten çok yabancı hissediyor” diyor Lawrence ve ekliyor: “S.J.’in, ben ona böyle hitap ediyorum, kesinlikle mükemmel kişi olacağı kafamda gitgide daha netleşti”.

Parker da Lawrence’la çalışma fırsatına aynı heyecanla yaklaştığını belirtiyor: “Marc’ın son derece lekesiz bir kariyeri var. Kiminle konuşsam, onu çok sevdiklerini söylediler. Onunla çalışmak istediğime karar verdim. Hikaye de gerçekten hoşuma gitti”.

Lawrence’ın Meryl’ı yazış şekli kadar yönetiş şeklinin de kendisine cazip geldiğini Parker şu sözlerle ifade ediyor: “Karakterin senaryodaki hâli çok hoşuma gitti. İlişkinin başlayış biçimini ve sonunda ulaştığı noktayı çok sevdim. Marc bence çok ama çok harika bir yönetmen. Her oyuncunun neye ihtiyacı olduğunu ve onları nasıl rahat ettirebileceğini son derece iyi seziyor”.

Parker için filmin elbette başka artıları da vardı. “Her şeyden önemlisi, pek çok kişi özellikle de pek çok kadın gibi, ben de uzun zamandır Hugh Grant’le bir komedi filmi yapmayı hayal etmiştim” diyor Parker. Filmin tamamlanmasının ardından Parker ile Grant’in çok iyi bir ikili oluşturduğu ortaya çıktı. İki oyuncu uzun zaman önce bir filmde birlikte oynamışlardı (“Extreme Measures”, 1996) ama bunu çok az hatırlıyorlardı. “Kafamda Hugh Grant’le ilk kez birlikte oynuyormuş gibiydim, öyle hissettim ama yıllar önce birlikte oynamıştık” diyor Parker ve ekliyor: “Bu filmi yapmam kesinleştiğinde, Londra’ya gidiyordum ve Marc’a sordum, ‘Oraya vardığımda Hugh’yu arasam mı?’”.

“Hollywood’da işler genellikle böyle yürür” diyen Lawrence, bunu şöyle açıklıyor: “İkisi de senaryoyu okudular, ikisi de senaryoyu beğendiler ve projede yer almayı kabul etmeden önce, birbirlerini bıçaklamak istemeyeceklerinden emin olmak için uzun bir akşam yemeği yediler. Ben de New York’ta her şeyin yolunda gitmesini umarak bekledim”.

Elbette, her şey harika gitti, hatta o kadar harika gitti ki Parker ve Grant birlikte Lawrence’a şaka yapmak için bir komplo planladılar. Yazar-yönetmenin büyük korkusunu hedef alan bu komployu Parker şöyle aktarıyor: “İkimiz de New York’ta haber bekleyen Marc’a yemeğin felaket geçtiğini söyleyecektik”.

“İkisinden de yemek sırasında Hugh’nun korkunç davrandığını söyleyen birer e-posta aldım. Doğal olarak, dehşete düştüm. Yemek için özür dileyen bir mektup yazdım” diyor Lawrence ve ekliyor: “Bunun bana yapılmış bir şaka olduğunu ondan sonra öğrendim.  En azından onlar bunu şaka olarak görüyorlardı. Bir şeyin şaka olması için birisine komik gelmesi lazım”. Grant ise Lawrence’ın gerçeği pek hızlı bir şekilde algılamadığını söylüyor: “İlginç olan şuydu ki ona hakikati anlattığımızda, Marc bana hâlâ inanmıyordu!”

“Hugh ona inancım böylesine az olduğu için bana kızdı ama doğrusu benim inanç yoksunluğum haklı çıkmış oldu” diyen Lawrence gülerek şöyle devam ediyor: “Olay bir bütün olarak beni öyle şoke etmişti ki neye inanacağımı bilemedim. Bir daha hiç kimseye hiçbir konuda inanmamaya karar verdim. Ne aile üyelerine, ne de bir başkasına. Asla, bir daha hiçbir konuda”.

Ayrıcalıklı ve nevrotik New Yorklu çifte tezat olarak rahat ve düzenli Clay-Emma çiftini canlandıracak mükemmel oyuncular arayan Lawrence, Sam Elliott ile Mary Steenburgen’ın bu rolleri kabul etmesinden büyük heyecan duydu. Elliott ise bu konuda şunları söylüyor: “Marc Lawrence’la kendi yazdığı bir senaryoda çalışma fırsatı bulduğum için tek kelimeyle mutluyum. O çok zeki ve çok çalışkan bir sinemacı. İstedikleri konusunda son derece net olmasının yanı sıra işbirliğine de çok yatkın. Her an daha iyi bir şeyler yakalamanın peşinde. Daha önce Marc kadar çok çalışan bir yönetmenle karşılaşmamıştım”.

Karakteri hakkındaki düşünceleri sorulduğunda Elliott’ın yanıtı şu oluyor: “Clay bugün hâlâ mevcut olan pek çok küçük Amerikan kasabalısını temsil ediyor. Clay ve Emma belli bir türdeki batı Amerika hassasiyetine çok uyuyor: Bağımsızlar, çok çalışıyorlar ve ahlaki kuralları var. Dürüstler ve haysiyetliler”. “Tombstone” ve “The Hi-Lo Country” gibi westernlerin duayen ismi Elliott, “Did You Hear About the Morgans/Morganlar Nerede?”nin kendisine oyuncu olarak daha önce sunulmamış bir fırsat verdiğini de kabul ediyor: “Bu, yer aldığım ilk gerçek komedi filmi. Çok eğlenceliydi”.

“Sam harika bir oyuncu. Daha önce de bu tip roller üstlendiği halde, komedi filmi yapacak olma ve bu tip bir rolü farklı bir ortama oturtma düşüncesi onu çok heyecanlandırdı” diyen Lawrence, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Kendisi ayrıntıları çok önemseyen biri. Her zaman senaryo ve karakterler hakkında konuşmak istiyor. Karakterini doğru biçimde yansıtmak onun için çok önemliydi. Clay’in ne tür bir pikap kamyonet kullanacağı bile Sam için önemliydi. On bir farklı pikap denedik. Demek istediğim, bunun böyle olduğunu düşünmeyebilirsiniz ama aslında ben pikap kamyonet uzmanı değilim”.

Mary Steenburgen da bir Marc Lawrence filminde yer almak konusunda Elliott’la aynı motivasyona sahipti. “Marc’ın ‘Two Weeks Notice’ filminin büyük bir hayranıyım. O filmde başrolü Sandra Bullock üstlenmişti ve ben kendisiyle kısa süre önce bir filmde birlikte çalıştım. Marc Lawrence hakkında konuştuk. Sandra onunla çalışmayı ne kadar sevdiğini söyledi. Dolayısıyla, bunun harika bir proje olacağı konusunda biraz ön şartlanma içindeydim” diyor Steenburgen ve ekliyor: “Senaryoyu okur okumaz, ben varım dedim. Çok eğlenceli bir hikaye. Ayrıca, canlandıracağım karakter de harikaydı”.

“Emma son derece aklı başında, sade bir insan. Güçlü bir kadın ve dünyada korktuğu pek az şey var” diyen Steenburgen, Paul’a odun kırmayı, Meryl’a da silah kullanmayı öğreten Emma karakteri için şunu da sözlerine ekliyor: “Çok eğlenceli bir karakter çünkü o, erkekler dünyasında yaşayan bir erkek Fatma”.

Lawrence ise aktris hakkında şunları söylüyor: “Mary’yi yıllardır uzaktan sevdim. Yaklaşık 10 farklı rolünü biliyorum. Oynadığı Woody Allen filmlerinden ‘Parenthood’a kadar pek çok çalışmasına aşinayım. Bu filmi yapmak istemesi benim için büyük sevinç kaynağıydı. Mary karaktere benim senaryoda yazmadığım bir özellik kattı: Tatlı kaçıklık. Emma çok ama çok zeki ve evine gelen New Yorkluları avucunun içine alıyor, ama hafif bir dengesizliği var ki bu da söylediği her şeyi son derece ilginç bir hâle getiriyor”.

Nihayet birlikte film yapmak, Steenburgen’ı, Lawrence’ın yazar ve yönetmen olarak yetkinliğine ikna etti. “Marc Lawrence inanılmaz ölçüde yetenekli. Çok komik, çok zeki, çok gerçek. Ayrıca, doğaçlama özelliği sayesinde daha iyi ya da farklı fikirlere açık ve egosu hiç de öne çıkmıyor. Bu sayede sizin performansınız da yükseliyor” diyor aktris.

Bunun yanı sıra, kocası Clay rolünde Sam Elliott’ın olması Steenburgen için filmin western unsurunu daha da inandırıcı kıldı. Kendisi bu konuda şunu söylüyor: “Sam bir gerçekçilik kattı çünkü bir kovboya benziyor. Vahşi batılı gibi görünüyor. Filme muhtemelen başka kimsenin katamayacağı bir mahiyet kattı”.

Paul ve Meryl’ın asistanları Adam ve Jackie rolleri için doğru oyuncular seçmek de çok önemliydi çünkü bu karakterlerin zorlu ve yeni filizlenmeye başlayan ilişkilerini yansıtmak için perdede sahip oldukları süre daha kısaydı. Lawrence bu konuda şunları söylüyor: “Jesse Liebman, Adam rolünün okumasına geldi ve dışarı çıktığı an casting yönetmenimiz Ilene Starger’a dönüp ‘Tamam, bu rolün oyuncusu hazır’ dedim. Karakteri oynayışı inanılmaz tatlı, komik ve masumdu. Elisabeth Moss’a gelince, onunla çalışmış herkes ne kadar muhteşem olduğundan söz ediyor. Filmimizde olduğuna inanamıyorum”.

Yapımcılar, kiralık katil Vincent rolünü Michael Kelly’ye götürdüler. Lawrence bu konuda, “Michael Kelly için Tanrı’ya şükrediyorum. Bu tür bir komedide kötü adamları yazmak zor: Fazla karanlık olursa, izleyiciler açısından inandırıcılığı kalmaz; oysa inandırıcılık olması şart ki karakterlerin tehlikede olduğuna ikna olunsun ve konu akışı kesintiye uğramasın” diyor ve ekliyor: “Michael’a baktığınızda, ‘Evet, bu adam pek çok insanı öldürme kapasitesine sahip’ diye düşünüyorsunuz. Oysa gerçek hayatta, Atlanta Braves hayranı olması dışında dünya iyisi bir insandır”.

Lawrence için belki de filmin oyuncu seçimi açısından en zorlu rolü, Earl Granger’ın (Wilford Brimley) torunu Lucy’ydi. Muhtemelen bunun nedeni senaryoyu yazarken bu rol için kendi 12 yaşındaki kızı Gracie’yi düşünmesi ve rolü ona vermeden önce bir kez bile kayıt almamasıydı.

“Rol için doğru kişi olduğunu düşündüm” diyen Lawrence bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Onun yaşında ve şarkı söyleyebilen bir kıza ihtiyacım vardı. Aslında, onun orada olması muhteşem bir deneyimdi. Karım ve en küçük oğlum, Santa Fe’deki çekimlere bizimle birlikte geldiler ama çekimler sürerken geri dönmeleri gerekti. Böylece Gracie’yle baş başa kaldık. Gün geliyor, karavanıma döndüğümde, ‘Benim kızım nerede?’ diye soruyordum ve, ‘Şu an Mary Steenburgen’ın karavanında’ diyorlardı. Tüm set onu gerçek anlamda kucakladı. Benim açımdan hakikaten duygusal bir deneyimdi. Bu küçük New Mexico kasabasında baba-kız vakit geçirmek harikaydı. Elbette, bu onunla son beraber çalışmamız oldu. Artık fazlasıyla büyüdü.  Kısa süre önce Broadway’deydi”.

Gerçi Lawrence kızı konusunda kaygılıydı ama sette herkesin coşkuyla katıldığı görüş Gracie’nin rolün hakkını verdiği yönündeydi. “İlk kez şarkı söylediğini duyduğumda, ayaklarım yerden kesildi” diyor Steenburgen.

NEW YORK’TA ÇEKİM YAPMAK…
Çekimler New York şehrinde başladı. Marc Lawrence, Büyük Elma’da (New York’un lakabı) film yapmaya çok aşina olan müthiş bir çekim ekibini bir araya getirmişti: Ekipte görüntü yönetmeni olarak Florian Ballhaus, yapım tasarımcısı olarak da Kevin Thompson yer alıyordu.

Yapım tasarımı için, daha önce “Stranger Than Fiction” ve “Igby Goes Down”ın tasarımını da yapmış lan Thompson’ı tavsiye eden Sarah Jessica Parker, “Yıllardır birlikte çalışmak istediğim biri var. İşinde çok iyi, çok yetenekli ve çok özel biri ama seyahat etmiyor. New York’tan ayrılmayı sevmiyor” dediğini aktarıyor.

“Marc’la buluştum çünkü senaryoyu okudum ve gerçekten beğendim. Normalde çalışmadığım bir tür” diyen Thompson ise, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Hikaye konusunda, yani uzun süre New York’ta yaşayıp da sonra ülkenin başka yerlerine gitme deneyimi konusunda çok iyi anlaştık. Bence insanlar kendilerini gerçekten yabancı gibi hissedeceklerdir”. Parker’la daha önce “Sex and the City”nin son sezonunda çalışan Florian Ballhaus da filmin görüntü yönetimini üstlendi. “Florian tek kelimeyle muhteşemdi” diyor Lawrence ve ekliyor: “Onunla, her zaman bir görüntü yönetmeniyle kurmayı umduğum türde bir ilişki yakaladım. Kendisi inanılmaz yetenekli, son derece uyumlu ve işbirlikçi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir de komik. Tekrar film yapmam kısmet olursa, ilk onu ararım”.

Thompson’ın Morgan çiftinin New York’taki hayatının tasarımına ilişkin önündeki zorluk, karı-kocanın sosyo-ekonomik statüsü kadar duygusal nabzını da yansıtmaktı. Filmin başında görülen lüks semtteki apartman dairesi “hayatlarında bir şeylerin eksik olduğunu hissettiriyordu” diyor Thompson ve ekliyor: “Paul evden taşınmıştı. Bir boşluk hissediliyordu. Bir yemek odaları vardı ama burayı yemekli davetlerde kullanmıyorlardı. Meryl burayı çalışma odası olarak kullanıyordu”.

Morgan çiftinin dairesi çok dikkat gerektiren bir sahneye mekan oldu: Söz konusu sahnede Meryl Morgan kendisini şehirden oraya kadar takip eden kiralık katilden kaçmak için binanın pervazına çıkıyordu. Thompson ihtiyaç duydukları dairenin tek bir yerde mevcut olmadığını, dolayısıyla bu sahne için Brooklyn Navy Yard’daki Steiner Stüdyoları’nda balkonlu bir dış cephe inşa ettiklerini belirtiyor.

Elbette, New York setleri filmin Wyoming’de geçen diğer bölümleriyle çarpıcı bir tezat oluşturmak durumundaydı. “New York’u farklı şekilde görüntüleyebilmek için bilinçli olarak çaba harcadık” diyen Lawrence, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Kıyafetler farklı olmalıydı; setlerin rengi farklı olmalıydı; hatta kamera açıları ve müzik bile farklı olmalıydı. Bunun altında yatan anafikir şuydu: New York sahnelerinde, caddelerin nabzını ve temposunu hissetmeliydiniz ki Wyoming’le tezat yaratabilelim”.

Thompson şehrin genel görünümünü filmin bağlamı içinde de değerlendirdi. “Morgan çifti için bir muhit ve çevre yaratmak, ayrıca klasik New York’u hakkıyla yansıtacak çeşitliliği yakalamak istedik. Böylece, Wyoming’e gittiklerinde yaşadıkları deneyimlerle çaprazlama bir zıtlık oluşacaktı” diyor Thompson.

Filmde artistik ve görsel açıdan New York ile Wyoming’in ayrı dünyalarını betimlemesi gereken bir başka ekip de kostüm departmanıydı. “Music and Lyrics”te de Lawrence’la çalışmış olan kostüm tasarımcısı Christopher Peterson, Sarah Jessica Parker için stil yaratmanın göz korkutucu olmasına rağmen bu zorlu görevi kabul etti.

“Filmde rol alacağını öğrendiğimde ilk tepkim ‘Ah Tanrım, bu muhteşem!’ oldu. Hemen sonrasında ise, ‘Ah Tanrım, Sarah Jessica’yı giydirmek zorundayım!’ diye düşündüm. Ama o son derece tatlıydı” diyor Peterson.

Kostüm tasarımcısı, Meryl karakteri üzerinde Parker’la birlikte çalışmalarını şöyle aktarıyor: “Bana söylediği ilk şey, ‘Carrie değil, Carrie değil’ oldu. Şehrin lüks semtinde emlakçılık yapan bir bayanı canlandırdığı için, olay dönüp dolaşıp bir Hitchcock kadın kahramanı siluetine dayandı. Çok iyi kesimli, çok derli toplu, hatları çok belli eden, adeta mimari kıyafetler söz konusuydu. Filmin New York bölümü bu anlamda gerçekten zorlayıcıydı. Çok dar aralıklı bir renk paleti ve keskin hatlar kullanmak, aynı zamanda da bunları karakterlere uygun kılmak gerekiyordu”.

…VE VAHŞİ Mİ VAHŞİ BATI’DA ÇEKİM YAPMAK
Marc Lawrence’ın Wyoming’de geçen bir film için pek olası bir yönetmen olmadığı düşünülebilir. Onu tanıyan insanlara göre, “pek olası olmamak” bu durumu tanımlamaya yetmez.  Yönetmenle yıllardır birlikte çalışan ortak yapımcı Melissa Wells, “’Music and Lyrics’i Marc’ın dairesinden on blok ötede çektik. Marc gönülden bir New Yorklu’dur. Mets maçlarını iPhone’una indirir ve her gün Yahudi simidi (bagel) yer” diyor.

“Marc, New York’un Yukarı Batı Kısım’ından (şehrin en lüks semti) pek çıkmaz” diyor Hugh Grant ve ekliyor: “Ona göre, Central Park’ta fazla doğa var, dolayısıyla ülkenin batısında geçen, hayvanların da yer aldığı bir hikayeyi yazmış olması kendi adına tuhaf bir mazoşizm”.

Mazoşizm mi sadizim mi? Ne de olsa, fiziksel komedinin gerektirdiği tüm işleri sonuna kadar yapanlar, işi en zor olanlar Grant ve Parker’dı. “Tekrar tekrar atla gezmek, sahte atlara binmek, ürkütücü çorak alanlarda koşmak bizim işimizdi. Yeri geldi, ‘Şimdi bunun komik olduğunu düşünüyorlar. Çekimi kesmiyorlar çünkü benim bocalayışımı izlemeyi komik buluyorlar’ diye düşündüğüm oldu” diyor Parker.

Bu konuda bir başka örnek de tüfek tutmaktı. Senaryo gereği Parker birden çok kez silah kulanıyordu. “Elbette, Hugh ve S.J.’in silah eğitimi almaları gerekti. Silahları nasıl tutacaklarını bilmeleri şarttı” diyor Lawrence ve ekliyor: “Tabi ki silahlar dolu değildi ama bu eğitimi yine de almanız zorunludur. Öte yandan, onların silahlarla kendilerini pek rahat hissetmeleri istemedim çünkü canlandırdıkları karakterler çok Demokrat, çok liberaldi. S.J. ne yaptığını bilmek zorundaydı ama Meryl bilemezdi”.

Bu durumda soru şu: Nerede ateş ediliyor? Wells bunun yanıtını şöyle veriyor: “İlk başta, Marc ve Kevin Thompson şaka yapıyor sandım, ‘Belki de Wyoming sahnelerini Central Park’ta çekebiliriz. En kötü ihtimalle de Connecticut’ta dediler. Senaryoda bir espri var: Federal görevli Lasky, Meryl’a, ‘New York’tan ayrılmayı mı New York’ta ölmeyi mi tercih edersiniz?’ diye soruyor. Meryl bunu bir an düşünüyor. Bence bu esasen Marc’ın o soruya kendi yanıtı”.

Tüm şakalar bir yana, Lawrence filmin başarılı olması için neyin gerektiğini biliyordu. Yönetmen, “Bu bir Hollywood kasabası olamazdı. İki New Yorklunun gidip, ‘Ah, ne şirin bir yer’ diyeceği bir kasaba da olamazdı. Gerçek ve yaşayan bir kasaba olması gerekiyordu” diyor.

Çekim için mekan seçme vakti geldiğinde, yapımcılar tercihlerini ABD’nin uçsuz bucaksız batısından yana kullandılar. New Mexico eyaletinde ihtiyaç duydukları her şeyin var olduğunu keşfettiler. Buradaki 300 nüfuslu, tuhaf ama bir o kadar da gerçek Roy kasabası, Lawrence’ın senaryodaki kasabayı “Ray” olarak yeniden adlandırması için ilham kaynağı oldu. Çekim ekibi son beş çekim gününü New Mexico’da, senaryoda Paul ile Meryl’ın yaptığı gibi mahrumiyet çekerek geçirdiler.

“Bence Hugh bu deneyim için sabırsızlanıyordu” diyen Lawrence, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Onda İngilizlere özgü bir batı Amerika hayranlığı var; tıpkı bazı Amerikalılarda İngiliz kırsalı hayranlığı olduğu gibi. ‘Gidip küçük İngiliz kasabalarını göreceğiz, her şey Dickinsvari olacak’ diyorlar ama tabi kovboy şapkaları ve atlar hariç. Ben ise baştan mutsuzdum. Doğrusu S.J.  ve ben New York’tan hiç ayrılmadan mükemmelce yaşayabiliriz. Oraya vardığımızda, herkes son derece iyiydi, tüm insanlar çok sıcaktı ama… ne yapayım, ben evden uzak olmayı sevmiyorum. Orası rodeolar, toz toprak, gübre ve hayvanlardan ibaret. Çin yemeği siparişi veremeyeceğim için paniğe kapıldım. Döndüğümüzde Kennedy’deki asfaltı öptüm”.

Roy’u nasıl bulduklarının hikayesine gelince; New Mexico mekanlar sorumlusu David Manzanares’in karısı, Roy’da keşif fotoğrafları çekmektedir. Yörede yaşayan Tuda Crews adlı kadın Annette’s Restaurant’dan çıkıp ona ne yaptığını sorar. Ailesi yedi asırdır Roy’da yaşayan Crews, son yıllarda yaşam mücadelesi veren kasabanın tekrar canlanması için büyük enerji harcamaktadır. Crews bir bakıma film açısından kasabanın fahri elçisi gibi olur.

Lawrence’ı olduğu kadar diğer çekim ekibini de kasabada çekim yapma konusunda en keyiflendiren şey, pastalar yapan bayandan figüranlık yapan sayısız kasaba sakinine, Tuda gibi insanlardan oluşan Roy halkıydı.

Filmin Thompson, Ballhaus, Wells ve Lawrence için bundan sonraki adımları bu ücra kasabada mekan arayışına çıkmaktı. Thompson bunu şöyle açıklıyor: “Esasen arabayla gezinip durduk; nereye bakacağımızı bilmiyorduk. Kasabanın bir ucunda durduğunuzda diğer ucunu görebiliyordunuz. Bence kasabayı bu kadar sevmemize neden olan şeylerden biri de buydu: Birkaç dakika içinde kasabaya girip çıkabiliyordunuz”.

Yapım tasarımcısı olarak Thompson’ı çeken şey Roy’un rustik cazibesiydi. Bu konuda, “Roy’un en sevdiğim yanlarından biri suyu olan bir kasaba oluşuydu. Her yerden su kulesini görebiliyordunuz. Küçük bir kasaba olduğunu hissettiren çok belirgin bir şey vardı” diyor. Yapımcıların aradıkları mekanı buldukları açıktı; bu da bir yığın zorluğu beraberinde getiriyordu. Her şeyden önce, nerede kalacaklardı? Thompson, “Yönetici yapımcımız Anthony Katagas, ‘Tüm karavanlarımızı lisenin park alanına çekeceğiz ve orada yaşayacağız. İster karavanınızda duş alırsınız ister lisenin jimnastik salonunda’ dedi. Bu bana duyduğum en kötü fikir gibi geldi” diyor. Ama gerçekten de bunu yaptılar. Ortaya yaz kampı gibi bir ortam çıktı ve buna Roy Kampı dediler.

İster (Steenburgen’ın sık sık organize ettiği) sessiz sinema oyunları ister “suikastçı” oyunu (kişilerin sinsi bir şekilde mandalla diğerlerini öldürmelerini gerektiren bir kiralık katil oyunu) sayesinde olsun, oyuncu ve çekim ekibinin pek çok üyesi çocukluklarına geri dönme fırsatı bulduklarını ifade ettiler. Örneğin Parker, “New York’ta film çekip de akşamları eve gidemiyorsanız, o zaman Roy Kampı harika bir deneyim” diyor.

Thompson bu küçük New Mexico kasabasını Wyoming’e dönüştürmek için çaba harcadı çünkü üstesinden gelmesi gereken birçok yöresel tutarsızlık vardı: “Görsel anlamda, sadece manzara değil, mesela kıyafetler, kumaşlar ve mobilyalarda olduğu gibi, mimari ve kültürel farklılıkları belirlemek için de pek çok araştırma yaptım. Wyoming’e özgü çok sayıda şey var” diyor tasarımcı.

Thompson’ın western ortamı ile New York setlerinin soğuk ve çağdaş tasarımı arasında tezat yaratması gerekiyordu. Bu konuda şunları söylüyor: “Morgan çiftinin Wyoming’e gittikten sonra yaşayacakları ile New York arasında keskin bir tezat olmasını istedik. Klasik western ayrıntılarına sahip standart bir western kasabası yaratmak istemedik…kasabanın daha gerçekçi olmasını ve Morgan çiftinin başta kendilerini yabancı hissetmelerine neden olacak alelade özelliklerinin olmasını istedik. Ve sonra yavaş yavaş karakterleri, ortamı ve yaşadıkları kasabayı daha sıcak ve davetkar bir yer hâline getirmeyi hedefledik”.

Thompson’ın Ray kasabasının özgünlüğüne dair aldığı iltifatlardan belki de en güzeli setteki gerçek bir Western oyuncusundan geldi. “Karakterinin, kıyafetlerinin, taşıtının, silahlarının ve daha pek şeyin ayrıntılarına çok dikkat eden Sam Elliott beni kenara çekip karakterinin çalışma ortamındaki düşünce ve ayrıntı düzeyinden çok memnun olduğunu ifade etti” diyor Thompson ve filmdeki Wheeler çiftinin yaşam tarzına ilişkin olarak şunları söylüyor: “Orada yaşayan insanların orta sınıf olduğunu yansıtmak istedik. Her şey güllük gülistanlık değildi. Eşyalarına iyi bakmaları gerekiyordu; dolayısıyla pek çok eski eşyaları vardı. Ama bunlar antika sıfatında değildi. Evdeki eşyalar estetik olmaktan çok, kullanışlı ve pratikti”.

Clay ile Emma’nın kulübesi için, yapımcılar, Val Kilmer’ın Sante Fe’nin dışındaki Pecos Vadisi’nde yer alan çiftliğinde çok güzel bir dış mekan buldular. Yapım tasarımcısı kulübe için şunları söylüyor: “Paul ile Meryl’ın kulübeye ilk vardıklarında, ‘Aman Tanrım, burada nasıl yaşayacağız?’ diye düşünmelerini istedik. Ama bir yandan da sıcaklık uyandıran bir yer olmalıydı. Yani iki şekilde de görülebilecek bir mekana ihtiyacımız vardı. Bence orada ne kadar kalırsanız, mekana o kadar yakınlaşıyorsunuz. O zaman da gözünüze o kadar kötü görünmüyor. Ama doğrusu, evin sahipleri su ısıtıcılarının mutfakta açıkta durmasından ya da avladıkları hayvanları duvarda sergilemekten rahatsız değildiler”.

Western yaşam tarzının tasarımının son adımı olarak, kostümcü Christopher Peterson, otantik kıyafetler almak üzere Wyoming’e seyahat etti. “Wyoming’deki ilk sahnede Hugh ile Sarah Jessica, Costco ya da Walmart gibi bir yerden alışveriş yapıyorlar” diyen Peterson açıklamasını şöyle sürdürüyor: “İki haftalığına Wyoming’e gittik ve orada alışveriş yaptık… Asistanımla beraber mağaza mağaza dolaştık ve bu çok gerçekti. Başka da söyleyecek bir şeyim yok”. O mağazalarda bir New Yorklunun gözüyle alışveriş yapan Peterson tonlarca kıyafet aldı ve bunları New York’a getirip, Parker ile Grant’in kendi “alışverişlerini” yapmalarını istedi. “Onlar için Bargain Barn tarzı bir mağaza ortamı oluşturdum ve yığınlar arasında dolaşıp kendilerine hitap eden şeyleri bulmalarını istedim”.

Steenburgen ile Elliott’ı giydirmek ise daha az karmaşıktı. Kostüm tasarımcısının bu konudaki açıklamaları şöyle: “Mary Steenburgen ve Sam Elliott’la çalışmak başlı başına bir zevkti. Rollerine kıyafetlerin asla katamayacağı çok şey kattılar. Bu kıyafetler onlara yakışıyor çünkü ikisi de onlara aşinalar. Sam’in çok zengin bir Western geçmişi var… Mary de Arkansas’lı olduğu için o kıyafetleri anlıyor. İkisi kovboy şapkalarından anlıyorlar. Kemerleri biliyorlar. Çizmeleri biliyorlar. ”Hatta Elliott’ın, Clay karakterine ait olabilecek o kadar çok kıyafeti vardı ki bir kısmını sete getirdi”. Aktör, “Kendi şapkanı takabilmek her zaman keyiflidir. Bu filme yakışacak bir şapkam vardı. Şapka her şeydir” diyor.

Steenburgen da Emma’nın filmdeki kıyafetlerinden memnundu. “Bunların şu ana kadar yaptığım filmler arasında en sevdiğim kıyafetler olduğunu söylemeliyim çünkü sadece kot pantolon ve kovboy çizmesi giydim” diyen aktris sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bu filmi yaparken öğrendiğim şey, bir erkek ya da kadın kovboyun giydiği her şeyin çok mantıklı bir açıklaması olduğu. Şapkaya ihtiyacınız var çünkü güneşin altında ve tozun içindesiniz. Eşarp toz toprak uçuştuğu zaman çok önemli… Ve bazen eldiven takıyorum çünkü dizginleri tutarken elleriniz güneş yanığı oluyor…çizmelere gelince, çizmenin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca, kot da çok mantıklı”.

Roy Mayor Fluman bir film çekimine ev sahipliği yapmanın o çevrede ekonomik patlama yaşattığını kabul ediyor. “Sony Pictures kasaba salonunda yöre sakinleriyle görüşmek üzere bir toplantı düzenledi ve topluluğun yaşayacağı çeşitli şeyleri açıkladı. Sonra çekim ekipleri geldi ve binaları tadilattan geçirmeye başladılar. Yani her şey çok heyecan vericiydi. Bunun yörenin ekonomisinde bir patlama yaşanmasını sağlayacağını hemen anladım”.

Oyuncular ve çekim ekibi küçük kasabaya ve konuksever sakinlerine aşık oldu. Dolayısıyla, film çekiminin Roy kasabasının iş hayatına ve genel olarak toplumuna  olabildiğince destek verebilmesi için ellerinden geleni yaptılar. Bunlar arasında Roy’un kendi restoranı olan Annette’s Restaurant’ı mekan olarak kullanmaktan, finanse edilmesi gereken toplum programlarına dikkat çekmek bulunuyordu. Parker yaşadığı duyguları acı-tatlı olarak niteliyor: “O kasabanın pek çok Amerikan kasabası gibi, yüzlerce ama yüzlerce Amerikan kasabası gibi ölüyor olması beni çok üzdü. Büyük otoyollar ve çevre yolları Amerika’yı çok değiştirdi. İşte o kasabalar da bunun mükemmel bir örneği. Sanırım trenler Roy’a gelmeyi kesti. Bu tür bir ticaret kapısını kaybettiğinizde topluluk olarak ayakta kalma mücadelesi vermeniz çok zor”.

Thompson ve ekibi, Paul ile Meryl’ın tüm kasaba önünde Vincent’la karşılaştığı finaldeki rodeo sahnesi için Roy’dan ayrıldıktan sonra, küçük bir Western kasabasına uygun ölçüde bir rodeo bulmaya çalıştılar. “Galisteo’da yılda bir kez açılan küçük ama olağanüstü bir rodeo bulduk” diyor Wells.

“Gerçekten çapsız bir rodeoydu ama alt yapısı bizim istediğimiz şeylere sahipti. Doğru ebatlardaydı ve hoş bir havası vardı. Gezindik ve orada olmak hoşumuza gitti. Bunun üzerine, o altyapıyı aldık ve fazla Hollywood’laştırmadan, fazla abartmadan nasıl canlandırabileceğimizi bulmaya çalıştık” diyor Thompson.

AYI VE İNEK HAKKINDA
Paul ile Meryl’ın western macerasındaki belki de en korkulu olay, tabi onları ortadan kaldırmak isteyen kiralık katili saymayacak olursak, Paul’un Clay ile Emma’nın kulübesinin dışında ayıyla karşılaşmasıdır. Doğal olarak, bu sahne için yapım ekibinin bir ayı bulması gerekiyordu. Yapımcılar en iyisini buldular: “Dr. Dolittle 2”, “Without a Paddle” ve “Into the Wild”da da rol almış olan Ayı Bart.

Grant o sahneyi şöyle aktarıyor: “Ayı sahnesi korkunç bir deneyim olarak başladı. Size bu ayının insan gibi yetiştirildiğini ne kadar söylerlerse söylesinler, ki hakikaten öyleydi, karavanından çıkıp ayağa kalktığında ulaştığı 2 metre boyundaki hâlini görünce, hele hele gözlerinin içine bakmamanız söylenince, haliyle dehşete düşüyorsunuz”.

Lawrence ise şunları söylüyor: “Hugh’nun arkasında durdum. Bir şeyler yolunda gitmezse önce Hugh’yu haklasın diye düşündüm. Hepimiz gergindik. Güvenlik için büyük bir toplantı yaptık. Ekipten biri, ‘Siz de sakinleştirici ok atan tüfekler var, değil mi?’ diye sordu. Onlar ise, ‘Hayır yok, Bart bir şey yapmaz’ dediler”.

Parker, “Ayıdan gerçekten çok korktum” diyor ve ekliyor: “Hugh da pek çok net beyanda bulundu: ‘Ayıdan korkuyorum. Ayının yakınında olmak istemiyorum. Ayı nerede? Ayıdan ne kadar uzak olacağım?’ Koşmadan önce ayının kendisine o kadar yaklaşmasına izin verdi ki aslında korkaklığı sadece dilinde”.

Grant ayıyla çalıştığı günün sonunda korkusunun azaldığını itiraf ediyor: “Onunla seve seve oturup öğlen yemeği yiyebilecek duruma geldim. Gerçekten de günün sonunda sanki mayışmış bir kediydi”.

Grant’e göre ayı adeta bir diva gibiydi. “Yıkanıp taranmadan karavanından çıkmıyordu. Sonra çıkıp da doğru noktayı her tutturduğunda ona sekiz kutu buzlu çay veriliyordu; sadece çay da değil, yanında da koca bir sos tenceresi dolusu çırpılmış krema” diyen Grant, şöyle devam ediyor: “Her şeyi doğru yaparsa da, herkesin alkışlayıp, ‘Evet, işte bu! Aferin sana, ayı!’ demesi gerekiyordu. Bart alkışa bayılıyordu”.

Lawrence ise, “Onuncu kayda geçtiğimizde, herkes yanından geçerken ayıya merhaba diyordu. O ise istifini bozmadan buzlu çayını içiyordu. Buzlu çayı çok seviyor. Günün sonuna gelindiğinde, eğitmenler hepimizin ayıya bu kadar yakın olmasından biraz kaygı duyuyorlardı” diyor ve ekliyor: “Filmlerdeki diğer her şey gibiydi: Gergin olursunuz ama yirminci kayda gelindiğinde, yorgunsunuzdur ve yarım metre ilerinizde insan yiyen bir memelinin olmasına aldırmazsınız çünkü o da sizin kadar yorgun ve bezgindir”.

Parker için de benzer bir ilginç hayvan deneyimi söz konusuydu: Setteki inekle zaman zaman şiddet dolu anlar yaşadı. Clay’in Meryl’a süt sağmayı öğrettiği bir sahnede, “inek beni tepti, ama onu suçlamıyorum” diyen Parker, şöyle devam ediyor: “Demek istediğim o ki, eğer inek konuşabiliyor olsaydı, eminim ki altı saat üst üste sağılmak istemediğini söylerdi. Oldukça komik anlardı. Sam Elliott geri gidiyor, ben ise bağırarak kaçıyordum”.

Senaryoya göre bu sahnenin Emma ile Meryl arasında, Clay’in Paul’a odun kesmeyi öğrettiği sırada geçmesi gerekiyordu. “Ama Marc karakterlerin yer değiştirmesi fikrini ortaya attı. Ben başlangıçta direndim, süt sağma sahnesine karşı koydum. İneklerimizin olmasını istemedim işte… Ama yönetmen Marc’tı ve onun dediğini yaptık. Haklıydı da, harika bir seçimdi”.

Elliott sözlerini şöyle noktalıyor: “Hayatımda uzun bir süre sürülere ve hayvanlara yakın yaşadım ama bu filme kadar süt sağma fırsatım olmamıştı. Kendimi bir Marc Lawrence filminde Sarah Jessica Parker’a süt sağmayı öğretiyorken bulmamda kesin bir ironi var”.

www.didyouhearaboutthemorgans.com

Resimler:

Bir yanıt yazın