Tolga Kutlar ile Kahve Eşliğinde

Ejder Kapanı kendini, içerdiği konusuyla, oyuncusuyla, müziğiyle, bol aksiyonlu sahneleriyle, gözünü kırpmadan izlettiren bir film. Hareketli çekimleriyle, dikkat çekici kurgusuyla, Türk Sineması’nda yerini, farklı bir yerde alacağını düşünüyorum. Ne zamandır adından bahsettiren Ejder Kapanı’nı hep gazetelerde okudum: “Galata Köprüsü, trafiğe kapatıldı, sabaha kadar çekim yapıldı.” “Fransa’dan teknik destek için ekip geldi.” “Film, 5 trilyon bütçeye sahip.” “Şu, oynuyor, bu oynuyor” ve bir sürü haber. .

Filmi de, basın gösteriminde o kadar uykusuzluğuma rağmen heyecanla izleyince, merak ettim doğrusu. İşin arka perdesini bir de ben kendi kulaklarımla duyayım dedim ve. . . 

Geçtiğimiz Çarşamba, filmin görüntü yönetmeni Tolga Kutlar ile kahve eşliğinde keyifli bir sohbet ettik. Nihayet edebildik. Çünkü kendisi, yağmur, kar, çamur demeden, çekimden çekime koşturuyor. Bir de bunların yanında, Bahçeşehir Üniversitesi’nde, Radyo Televizyon Sinema Bölümü’nde, Görüntü Yönetmenliği   dersi veriyor. Sağ olsun beni, kırmadı ve deneyimlerini paylaştı.

Ejder Kapanı, Türk Sineması’nda sizce nasıl bir etki yaratacak diye başlıyorum sormaya. .

Bence Ejder Kapanı filminin en önemli özelliklerinden bir tanesi, ciddi bir seri katil hikâyesi işliyor olması. Diğeri, İstanbul’da çekilmiş, ciddi anlamda “kara film” olarak adlandırabileceğimiz filmlerden bir tanesi olması. Buna benzer örneklerin, bu derece ağır işlenmiş olanına pek rastlamadım yakın geçmişte. Tabii ki kendi içinde eleştirilecek, beğenilecek bir sürü yanı vardır. Ama görsel yapısı itibariyle, çalışma biçimi ya da oyunculukların sergilenişi adına, bundan önceki bir sürü filmden biraz daha farklı bir yerde.

Peki, niçin Fransa’dan teknik desteğe ihtiyaç duyuldu?

Fransa’dan gelen bu insanlar, yalnız Avrupa’da değil, kendini dünyada kanıtlamış bir ekip. Daha çok motorlu taşıt aksiyon sahneleri üzerine uzmanlaşmışlar. Aracın sadece kaza geçirmesi, uçması ya da hoplaması da değil burada olay. Sürücünün, kaza geçiren bir arabanın camından vücudunun yarısını çıkmasını da isteyebilirsiniz mesela. Bizim filmde öyle bir şey yok ama bunun nasıl olacağını da onlar organize ediyor. Sürücünün motosikletten doğru bir şekilde düşüp, zarar görmeden kurtulup, ama bir yandan da izleyiciye, bu adam gerçekten de motosikletten düştü konusunda ikna edecek pozisyonda yuvarlanmasını sağlıyorlar.

CineCascade, tonlarca filmde çalışmış, son derece sakin, işlerine hâkim, hiçbir şekilde kendilerini ve etrafını tehlikeye atmayacak kadar profesyonellikte çalışan bir ekip. İstanbul sokaklarında, her türlü kovalama, çatışma, aksiyon filmi dizayn edebilirsiniz. Ama dokusunu ortaya çıkartırken, farklı bir teknik desteğe ihtiyacınız oluyor. Burada işin en zor kısmı seyirciyi, bildiği bir mekânda kandırmaya çalışmamız. Yani bir binanın odasını bir yerde çekip, dışını başka bir yerde çekebilirsiniz. Ama şehir içerisinde, yollarda geçen bir hikâyede, mekânları birbirine kopuk bir şekilde gösterip, sonra bunları, bak işte buradan sonra burası
geliyor, şuradan sonra da şu sokağa giriyoruz diye gösterdiğimiz noktada insanların, çoğunda bir yadırgama olabilir, o mekânı çok iyi bildiklerinden dolayı. O an için o sahneden soğuyabilirler. Dolayısıyla bunu engellemek amacıyla biz, bütün bu çekilen mekânları, reji ekibiyle beraber, bu insanlar gelmeden önce yaklaşık dört beş gün boyunca dolaştık ve onlara bir rota çizdik. Onlar da geldiklerinde hiçbir şekilde bu
rotaya itiraz etmediler, üstüne kendileri katkıda bulundular. Diyelim ki arabanın, merdivenlerden inmesini istiyoruz dediğimizde, tamam insin ama indikten sonra da önünden şöyle bir araba geçerse, bu arabanın daha ciddi bir tehlike yarattığını ortaya çıkartırız diye kendileri de eklerde bulundular.

Fransa’dan, 3 adet Mercedes W serisi araç ve pert edilmek üzere özel üretim sarı taksiler geldi. O özel üretim araçların, normal araçlardan farkı nedir?

Bütün aksiyon filmlerinde bir araba, bir yere çarpacaksa ya da takla atacaksa bir kere o aracın iç güvenliğinin olması lazım. Aynen ralli yapan arabalarda olduğu gibi içeriye, motoru ve sürücüyü koruyacak barlar döşeniyor, ufak tefek desteklerle son derece sağlam bir hale getiriliyor. Tabi ki sürücüye de kask takılıyor.

İki tır dolusu malzeme ile geldiler. Araçlar dışında başka ne malzemeler getirdiler?

Bir kere, herhangi bir kaza durumunda bu insanlara acil olarak müdahale edilebilmesi için gerekli ilk yardım malzemelerinden tutun, yangın söndürücüsüne, jeneratöre, testeresine, araçları uçurmak için kullandıkları rampaya, araçların üzerine düşürüldüğü kolilere kadar her türlü donanım vardı.

Bütçe nasıl oluşturuldu?

Nasıl ki bir manavdan portakal ya da kavun aldığınızda, kilo hesabıyla alışveriş yapıyorsunuz, işte bu insanların da, bütçe planlaması öyle. Yani beş kere uçma istersem şu kadar, altı kere takla istersem bu kadar. Taklanın, uçmanın, her aksiyonun ve o aksiyonun gerektirdiği malzemelerin bir fiyatı var.

Gelen ekip ile sizin ekip, rahatça kaynaşabildi mi?

Bizim ekiple onların ekibinin kaynaşması, yarım saat sürdü. Onlar için her şeyi hazırlamıştık zaten. Onlar da hemen adapte olup, bizden biri gibi çalışmaya başladılar. Projede hiçbir aksilik yaşanmadı. Fantezilerimiz örtüştü. Bu şehirde çalışmaktan da son derece mutlu ayrıldılar. Eminim, birkaç kere daha böyle bir proje olduğunda severek gelirler. Çünkü hakikaten İstanbul’un sokaklarına, hayran oldular.

Çekimlerde zorlandığınız anlar olmuştur diye tahmin ediyorum?

Genel anlamda, bu filmin kendi içeriğinden kaynaklı son derece hijyenden yoksun bir dünyası var. Cesetler, izbe yerler, pislikler, çer, çöp. .  Aklınıza gelebilecek her türlü pislik var. Genelde bir sürü insanın görmezden geldiği, yanından geçerken önemsemediği mekânlarda çekim yaptık. Özellikle Tahtakale, Eminönü civarında eski tarihi hanlarda çekim yaptık. Bazı çalıştığımız yerlerde, önce böcek ilaçlaması yapıldı. Dört ya da beş mekânda, önce bit ve pireye karşı ilaç yapıldı. Son derece pis, ama bizim de ihtiyacımız olan mekânlardı. Terk edilmiş, uzun zamandır kullanılmayan bir sürü binada çekim yaptık. Mesela Karaköy’de büyük bir han var, bizim ekibin en fazla zorlandığı yerlerden bir tanesiydi. Üst katlarda bit ve pireden dolayı giremedikleri yerler oldu. Girdikten on dakika sonra üstleri başları pire içinde aşağıya kaçıştı adamlar.

Galata Köprüsü’ndeki, Eminönü tarafından gelen bir taksinin, açılan köprünün üzerinden karşı tarafa uçuş sahnesini biraz detaylandırır mısınız?

Bir gece boyunca çekildi. Galata Köprüsü’nün dört kanadı var. Dört kanat halinde açılıyor. Senaryo gereği köprünün bir tarafından diğer tarafına aracın uçması gerekiyor tam kanatlar açılırken. Bildiğimiz standart bir gerilim unsuru. İşte köprü açılmaya başlar. Araba, köprünün üstüne doğru gider. Bir taraftan öteki tarafa doğru sağlıklı bir şekilde atlar ve yoluna devam eder.

Beş kamera çektik o sahneyi. Kamera açılarını tespit ettikten sonra bu araçların, sağlıklı bir şekilde havalanıp, yere inmesini sağlamak için bile her kamera açısına uygun, sahneler için yaklaşık bir buçuk saat hazırlık yapılması gerekiyordu. Araçların tekerleğinin yaklaşık 50- 60 km hızla geldiği zaman rampaların yerinden çıkmaması için rampaların, sağlam bir şekilde köprüye bağlanması gerekiyordu. Doğru yükseklikteki rampanın, koyulması gerekiyordu. O araç, uçtuğu zaman ineceği yerde güvenliğin olması gerekiyordu. Genelde bu tarz yüksek uçuşlarda araçlar, karton kolilerin üzerine uçarlar. Orada yanlış hatırlamıyorsam iki yüz üç yüz tane karton koli kullanıldı. Bunları açıyorsunuz, kuruyorsunuz, dört beş kat üst üste yığıyorsunuz. Üstü branda ile kaplanarak, tek bir blok haline getiriliyor. Araç, bunun üstüne düşüyor. Böylelikle asfalta çakılmasını engellemiş oluyorsunuz. Dokuz gibi hava karardı, yanlış hatırlamıyorsam. On gibi hazırlığa başladık. Tabi köprü, trafiğe kapatıldı. Karton koliler hazırlandı. Bir sürü çekim öncesi hazırlık yapıldı, derken gece yarısı bitti o sahneyi çekmek. Sonuçta kolay değil, yaklaşık on beş yirmi metrelik bir mesafeden araç uçuyor.

Uğur Yücel, hem yönetmen, hem başrol oyuncusu. Sette nasıl bir hava hâkimdi?

Hem yönetmen, hem başrol oyuncusu. Bu iki pozisyonu sırtlamış bir insan, psikolojik baskı altındadır esasında. Kafasını ikiye ayırması gerekiyor. Oynadığı karakter ile kendi karakteri çatışıyor olabilir. Hem karakterine çalışacak, hem filmin tamamından sorumlu olacak. Çok zor bir iş. Ama sete başlamadan önce neyi, nasıl çekeceğimiz belliydi. Öncesinde çalışmıştık ve çok kolay uzlaştık. Dolayısıyla onun getirdiği psikolojik bir rahatlık vardı sette. Gerginlik yoktu. Çok neşeli bir insan. Son derece dinamik. Ufku çok açık. Yeni projelere, yeni anlayışlara açık, klasiklere saplanıp kalmamış biri. Herkesin fikrini dinliyor ve onlara, son derece saygı gösteriyor. Ayrıca sabırlı oluşu da çok takdir ettiğim özelliklerindendir. Mesela Türkiye’de yönetmen, bir star değildir. Dolayısıyla yönetmen, bir mekân gezisine çıktığında Tahtakale’deki esnaf tarafından tanınmaz. Beş kişi, Eminönü’nde ara sokaklarda, neyi nasıl çekeriz diye dolaşırken size şöyle bir yandan bakarlar, sonra işlerine dönerler. Ama yönetmen Uğur Yücel olduğu zaman “Allah’ını seviyorsan gel bir çay içelim.” “Gel, sana bilmem ne ısmarlayayım.” “Gel, şunu yapalım”  adamın başının etini yiyip duran bir İstanbul halkı var. Zaten adamın en takdir edilecek sabırlı yönü, burada ortaya çıkıyor. Oraya hazırlık yapmaya, kısıtlı bir zaman içerisinde mekânları dolaşmaya gelmiş bir insandan bahsediyoruz. Ama Uğur Ağabey, hiç birini terslemeden, fotoğraf çekmek istemelerine eyvallah, gel çay içelim demelerine eyvallah. İnsanların gönlünü alarak bu mekânlarda dolaştık iş uzasa bile.

Mesleğinizin en sevdiğiniz yanı nedir?

Kapalı kapılar ardına girebilmek!
Fındık fabrikasında çekim yapılacak diyelim. Fabrika çalışanları ya da denetleyiciler dışında kimse giremez, ben oraya giriyorum. Bisiklet fabrikasına giriyorum. Bilmem kimin evine giriyorum. Laboratuara giriyorum. En azından çekim yapmasam bile mekân araştırmasında buraların nasıl bir yer olduğuna dair bir fikrim oluşması için bunu yapmam gerekiyor. Mesela geçenlerde, Orhan
Gencebay’ın oynadığı Vodafone reklamı çektik Mardin’de. Oraya daha önce hiç
gitmemiştim, hoşuma gitti.

Sohbetimizin sonuna doğru dert yanıyor biraz.

Bu projenin belli bir emek karşılığında yapılmış olduğunu seyreden herkesin, anlamış olması gerekir. Mesela ben, hiç kimsenin işini koşullarının ne olduğunu bilemediğim için seyreder seyretmez negatif anlamda eleştirmeyen bir insanım. Yani beğenmiyor olabilirim, ama o projenin oluşma koşullarıyla ilgili neler yaşandığını bilemediğim için hemen silip, atmam. Ama bazı bakış açıları var ki, o kadar emeği, bir ya da iki saat izleyip, bir anda yerin dibine sokabiliyorlar. Kabul etmemiz gereken şey, bizim film sektörümüz, son beş altı yıldır belirli bir ivmeyle hareket ediyor. Belirli bir süre durakladı. Ondan önceki dönem, zaten çeşitli sıkıntılarla geçti. 80 öncesindeki dönemlerden bahsediyorum. 90’dan sonra belirli bir ivme kazanması için uğraşıldı. 2000’den sonra da hacimli filmler çekilmeye başlandı. Dolayısıyla seyircilerin, desteğini bizim sinemamızdan çekmemesi lazım. Çünkü beş altı yıldır tekrar toparlama sürecine girmiş bir sektörün, haliyle ufak tefek hataları olacaktır. Ama ona, bir zaman tanımak lazım. İşte bu da çok kötü. Bir daha Türk filmine gitmeyelim. Ağza yapışmış olan o “Türk filmi” lafından kurtulmak lazım. İnsanlardan bu sektöre, o süreyi tanımalarını rica ediyorum.

Röportaj: Ceylan IŞIN
Fotoğraf: Baykan ÇALLI

Resimler:

Bir yanıt yazın