George Clooney ve Alexander Payne Röportajı

The Descendants / SENDEN BANA KALAN
George Clooney & Alexander Payne ile soru cevap

Ne zaman tanıştınız?
AP: 2003’te
GC: ‘Sideways’ filmi için.
AP: Motorsikletinle gelmiştin…
GC: Uzun ve keyifli bir yemek yemiştik, uzunca sohbet ettik. Ayrıldığımızda sen içinden ‘Ne yaptığımın farkında değilim’ diyordun. Ben de ‘Ne yapıyor bu adam’ demiştim. Sonra yavaşça geçip gitti. Ben de voodoo kuklasını yaptım, birkaç da iğne batırdım. O beni 6-7 yıl idare etti. Sonra bir gün Bryan Lourd beni aradı ve Alexander’ın benimle görüşmek istediğini söyledi, sanırım 2 yıl kadar önceydi. İki ayrı filmin çekimi için Toronto’daydım, şık bir İtalyan restoranında buluştuk, mükemmel bir akşamdı, sonunda bana ‘Sana bir senaryo göndereceğim, bana ne düşündüğünü söylersin’ dedi. Neredeyse daha okumadan kabul ettim diyebilirim çünkü Alexander ile çalışmayı çok istiyordum.

Bu ilk buluşmada hikayeyi ona anlatmış mıydın Alexander?
AP: Evet, hikayeyi özetledim ve bahar aylarında uygun olup olmayacağını sordum.  O sırada Eylül’dü. Senaryoyu Kasım’da gönderdim. Mart’ta çekimlere başlamıştık.
GC: O sırada ‘The American’ı çekiyorduk sanırım. Görüştüğümüzde çok fit bir haldeydim, hayatım boyunca en sportif göründüğüm zaman olabilir ve beni gördüğünde ‘Şu anki görüntün var ya, film sırasında sakın böyle olma.’ dedi. İşte bu kadar basit!
AP: Sonunda birkaç kilo alıp, saçını da uzattı.

Alexander, ‘The Descendants’ kitabının yazarı Kaui Hart Hemmings, Matt King rolünü hep George olarak hayal ederek yazdığını söylüyor. Yazarken senin aklındaki de bu muydu?
AP: Evet, öyleydi. Adaptasyona başladığımda ona birkaç sorum vardı, arayıp ‘Aklında Matt’i oynayacak birisi oluşuyor mu?’ diye sorduğumda anında ‘George Clooney’ dedi. ‘Şahane, o zaman o olsun’ dedim.

George’la ilgili aklınızda bu kadar cuk outran şey neydi?
GC: Saçım dışında.
AP: Sideways’de beraber çalışamamış olsak da, uzun zamandır onunla çalışmak istiyordum. İyi anlaşacağımızı düşünüyordum. Onunla çalışan herkes, onun ne kadar iyi biri olduğundan bahsediyordu.  Çok uygun olacağını düşündüm ve bunu görmek için çok iyi bir fırsattı. Hawaii erkekleri, şu kitaplarda gördükleriniz, George gibi çok yakışıklı adamlar (buna şüphe yok). Ona bakan biri, uzaktan da olsa bir Hawaii kanı taşıdığını söyleyebilir neredeyse. Tam denk geldi.

George, seni bu role çeken ne oldu? Tropikal cennet Hawaii Adası çekimleri mi?
GC: Çok zor işti! ‘Alexander’la çalışacaksın. Üstelik kötü haber, çekimler Hawaii’de!’ İşin komiği aynısı bir kere Coen Kardeşlerle de olmuştu: onlarla Arizona’da tanışmıştım, Three Kings çekimlerinde ve şöyle dediler, ‘Sana bir senaryo yollayacağız, bizimle çalışmak ister misin diye merak ediyoruz?’ , ben de ‘Evet’ dedim, sonra senaryoyu okudum, ‘O Brother, Where Art Thou’nun senaryosuydu ve ne kadar şanslı olduğuma inanamadım. Sonra da Alexander  ‘Sana bir senaryo göndereceğim’ dedi ve… her zaman için şöyle bir korkum olmuştur ‘Alexander Payne’in ilk kötü filminde olacağım çünkü senaryoyu okumadım! Bu da benim şansm.’ Ama tam aksi oldu. Sanıyordum ki…
AP: İlk iyi filmi olacak!
GC: (gülerler) Uzun zamandır okuduğum en iyi senaryo olduğunu düşünmüştüm. Garip biçimde filmde çok fazla şey olmuyor. Fragmanlara baktığınızda, açıklaması çok zor ama, yavaşça açılan bir film. Vaktini alarak ilerliyor. Senaryoyu tarif etmek çok zor.  Okumaya başladığınız anda, sizi sarıyor. Sonunda ise teslim olmuş oluyorsunuz.

Matt karakterini okuduğunuzda, ‘Bu adamı biliyorum, bunu yapabilirim’ dediniz mi?
GC: Böyle şeylere hep ‘Sanırım bunu yapmayı deneyebilirim diye bakarım. Solaris çekilirken, Steven Soderbergh ile ortaktık ve kendisine mektup yazdım çünkü farkettim ki birine ‘hayır’ demek yüzüne olmasındansa uzaktan daha kolay çünkü karşındakini garip bir konuma koymuş oluyorsun.

Ben de ona şöyle yazdım, ‘Bunu oynayabilir miyim bilemiyorum ama denemeyi çok isterim. Fakat ancak sen yapabileceğime inanıyorsan.’ O da ‘Mükemmel, hadi yapıyoruz’ dedi. Bu mesafeye ihtiyacınız var: dipdibe olamayacağınız bir durum. Böylece bunu başarmış olduk. Çok kısa zamanda okuma ve sindirme zamanım oldu. Ve daha once yaptığım birşey olduğunu. Ve daha önce oynadığım karakterlerden farklı da olduğunu. Bunu irdelemekten çok zevk duydum. Farkettim ki derinine inecekseniz, bunu en güvendiğiniz insanlarla yapabiliyorsunuz.

Oynadığınız roller genelde ‘alışıldık performansından farklı’ gibi sözlerle anılıyor, halbuki alışıldık bir rolünüze pek rastlanmıyor – orta yaş krizinde bir çok farklı erkeği canlandırdınız…
GC: Komik bir durum. İnsanlar bana ‘Şaşırtıcı biçimde bu filmda kötü değil…’ diyorlar. Bu kadar şaşırmayı beklemekten ne zaman vazgeçeceksiniz?!  Sanırım kariyerimin ilk zamanlarındaki çok da iyi olmayan işlerimden dolayı bir önyargı var. Sanırım bu geçmişin hayletleri beni hep kovalıyor olacak. Kimileri ‘Hep kendini oynuyor’ diyecek.’
AP: Bir filmde kötü olduğun olmuş muydu ki?
GC: Evet kötü oynadıklarım var. Batman & Robin’de kötüyüm. İyi bir film değildi ama bende kötü oynamıştım. The Peacemaker’da da çok iyi olduğumu söyleyemem. Bazı şeyleri kaçırmış, anlamamışım. Çok fazla filmim yok. Ne yapmaya çalıştığımı anlamamıştım. Sert çocuğu oynamaya çalışıyordum. Bu adamlar böyle değil halbuki: gerçekten sert çocuklarlar. Bu tarz hatalarım oldu.
AP: Bu uzun zaman önceydi. Kimsenin Clint Eastwood’u ‘Every Which Way But Loose’ ile hatırlamadığı gibi.
GC: O filmi çok severim’ Daha geçen gün izledim. Harold And Maude ile birlikte…
AP: Ruth Gordon. O mu oynuyordu? Neyse bununla dalga geçmeyi bırakacağım.

Kariyerinizin ilk zamanlarında yapmak istediğiniz yerine, yapmak durumunda olduğunuzu yapma düşüncesinde miydiniz?
GC: Garip bir durum. Kariyeriniz çok farklı yönlere gidebiliyor. 12-13 yıl boyunca oyuncu işçisiydim. Tonlarca pilot bölüm, TV dizisinde yer aldım.  Sonra birden ilk Dreamworks filmi ‘Batman’de oynama şansı verildi. Bir filmde ana karakter olduğunuzu idrak edemeyebiliyorsunuz.. Şunu anlamam gerekiyordu ki, böyle filmler yapacaksam sadece kendi rolümden değil, filmin kendisinden de sorumlu tutulacaktım. Arada büyük bir fark vardı ve mantıklı bir karar vermek durumundaydım.  Biraz araştırma yapıp senaryoları okumak için bir yıl bir ara verdim. Sonrasında Out Of Sight karşıma çıktı. Kendime dedim ki, ‘Bundan böyle sadece senaryolara odaklanacağım. Ve yönetmene.’ Bunu daha önce hiç yapmamıştım.  İlk başta sadece senaryoyu okuyorsunuz. Gotham’ın rehin alınmasıyla falan ilgilenmiyorsunuz ‘İyi, bu eğlenceli bir kısımmış’ diyorsunuz. Out Of Sight, Three Kings ve  O Brother Where Art Thou’yu yaptım ve her biri çok iyi filmlerdi.
AP: Kariyerinizin sürekliliğinin filmlerin iyi olmasına bağlı olduğunu anladın.
GC: İyi bir filmde kötü olma şansınız yok. Oynadığınız rol çok küçük dahi olsa. İyi bir filmed yer almak asla bir hata değildir. İlk başlarda filmin kalitesiyle hiç ilgilenmezsiniz, derdiniz iş bulmaktır. Farklı düşünmeniz gerekir. Bir kısmında ‘Of, bunu yapmak istemiyorum!’ dersiniz.  İlk filmim From Dusk Til Dawn’dı, ki çok eğlenceliydi. Quentin Tarantino ile Pulp Fiction’ın hemen ardındandı ve Robert Rodriguez vardı. Her şey ‘Aman ne kolay, ne eğlenceli’ gibi geliyordu. Sonrasında bazı ahmakça hatalar da yaptım. Fakat Batman & Robin dünya çapında $250m gişe yaptı. Dünya turu yaptım. Kötü bir filmdi ama etrafta filmle ilgili nasıl konuşacağımı öğrendim. Çıkarılacak büyük dersler vardı. O olmadan Syriana da olmayacaktı çünkü Syriana, Batman & Robin anlaşmasının bir parçasıydı. Garip bir biçimde işliyor.

Hakkınızda çıkan yazıları okuyor musunuz?
AP: Bazılarını okuyorum. Görmezden gelmek imkansız.
GC: Ben de biraz okuyorum.
AP: Online çok fazla şey var. Herkes kendince birşeyler yayınlıyor. Kim ilgileniyor ki bunlarla? Ama iyi gazeteciler, eleştirmenler, onların ne dediğini merak ediyorum. Bu haftaki New Yorker’da Pauline Kael yazısı okudum. Kariyerinin ilk zamanlarında Sidney Lumet’in verdiği bir partide kendisine ‘Film eleştirmeninin işi nedir?’ diye sorduklarında Lumet’i gösterip ‘Benim işim onu dürüst tutmak, yol göstermek ve raydan çıkmamasını sağlamak’ demiş. Böyle birşeylerdi. Çok azınlıkta bir durum tabii. Fakat eleştirmenlerden neyi doğru neyi yanlış yaptığım konusunda ipuçları alabildiğimde minnettar oluyorum.

Oyunculukta ya da yönetmenlikte, muhtemelen gençken sahip olduğunuz türden bir gerginlik ya da korku oluyor mu?
AP: Sanırım bu konuda hep güvenli olmuşumdur ama gerginlik olmadığını söyleyemem. Her gün sete git, arabanla tüm o kamyonları, tırları ve sakallı, walkie talkie’li cüsseli adamların  yanından geç. (gülüyor).
GC: Nereye varacağını merak ediyorum…
AP: Şunu düşünüyorsunuz, ‘Bugünü de atalatabilecek miyiz? Kamerayı nereye koymam gerektiğini bilebilecek miyim? Oyuncular başarabilecek mi? Basında yeterince yer alacak mıyım? Yeterince iyi olacak mı?’ Her bir güne bu panikle başlıyorum. Ama bunu kontrol etmeyi de öğrendim. Eğlenceli zamanlar da bunu atlatmama yarıyor. Herşeyin kontrolünün bende olmadığı ve benden büyük bir şeye ki o da filmin kendisi oluyor hizmet ettiğim fikri güzel olan. Film sektöründe çalışmamızın ya da insanların dinlere, kurumlara mensup olması da bu düşünceyle gelişiyor. İnsanlar kendilerinden büyük bir amaç uğruna hizmet etmeyi seviyorlar. Bizim seçimimiz de sinema oldu.

GC: Sanatın değişik bir formu çünkü ender olanlardan sanırım bir diğeri de mimari yüzlerce insanın dahil olmasını ve milyonlarca doları gerektiren sanat türleri.  Fakat benim için halen de bir sanat türü çünkü düşünceyle ilintili. Eleştirmenler açısından yönetmenliği oyunculuğa nazaran daha ıstıraplı buluyorum çünkü oyuncuysanız bir film için 4-5 ay çalışıp, ya da ne kadar gerekiyorsa gidip başka filme geçiyorsunuz. Yönetmenlikte ise 5-6 yıl uğraşabiliyorsunuz ve eleştirmenler tarafından bir kaşık suda boğulabiliyorsunuz. Yönetmenlik kesinlikle daha ıstıraplı. Oyuncuysanız kimse zekanızı sorgulamıyor. Kimse gelip ‘orada ne demeye çalışıyordun?’ falan demiyor. Yönetmen olunca iş hep kişisel oalrak sizinle ilgili, sizin zekanızla.

Yazdığınız ya da oynadığınız karakterleri nasıl canlandırıyorsunuz aklınızda benzer deneyimleri olan insanlarla mı konuşuyorsunuz?
AP: Biraz aklınızdan atıyorsunuz diyebilirim. Kitaplar halen birer emniyet filesi tabii. Sonrası çoğunlukla oyuncu seçimine bağlı tabii. Oyuncuları o diyalogları okurken görünce oturup ‘Buna inanmalı mıyım?’ diyorum. Oyunculuklarını hiç yargılamıyorum. Yönetmen olarak ilk kural oturup tüm o zaman boyunca izlemek ve zihninizde filmi izlemek ve şunu sormaktır, ‘Bu gerçek mi değil mi?’ Sette öylece otururum. Benim dışımda herkes çalışır.

GC: Keşke oraya 10 gün önceden vardığımı söyleyebilseydim. Orada arda kalanlarla bir süre kalmış olduğumu söyleseydim. Ama gerçek şu ki, senaryo benim yerime herşeyi yaptı. Biraz araştırma yaptım, birileriyle tanıştım. Böyle şeyler yaptım.  Herkesin çalışma yöntemi farklı oluyor. Ben ‘Bugün sete gidiyoruz ve yapacağımız da şu, şu…’ diyen oyunculardanım ve bunu ya da mekanı işim bittiğinde bırakanlardanım. Sonra hayatımın kalan kısmına dönüyorum. Bir aç/kapat tuşum var. Yönetmenin yardımcı olduğu nokta ‘Bunun hangi seviyede oynanmasını istersin’ noktası çünkü bu aşması zor bir film.  Bazı yanları güldürücü derecede komik: sokaktan aşağı şapşalın teki gibi koşma sahnesi, çitlerin arkasına saklanıp kafanı kaldırıp kaldırıp gözetleme, bunlar komikti. Sonra bir de  çok hassas eve dikkat gerektiren, oraya sessizce nasıl varmayı bulmanı, çok olmadan varmayı bulmanı gerektiren ve taksimetrenin işlemesini umursamadan devam etmen gereken sahneler var. İyi bir senaryo ve iyi bir yönetmen bunu yapabiliyor ancak.

AP: İnsanlar da birbirine yardımcı oluyor. Yönetmen/oyuncu ilişkisine dair sevdiğim bir şey de birbirimize nasıl yardım ettiğimiz.  O günkü işin tonu, karakterler ve durumlar hakkındaki şüpheleri için yönetmene güvendiğini söylüyor. Sonra da yönetmen bazı şüphelerini gidermek için oyuncuya bakıyor.  ‘Bu adam nasıl birisi? Belli durumlar karşısında nasıl davranır?’ İşte o zaman oyuncunun bana ne verebildiğini grup yorum katabiliyorum. Kendimizden büyük bir şey yaratmak adına iki kişi arasında muazzam bir diyalog bu.

Bir karakter olarak Matt’i nasıl tariff edersiniz? Ve de genel olarak hikayeyi..
GC: Komik bir durum: bir orta yaşa geçme hikayesi ama o yaşa geçen adam da 50 yaşında. Tüm bir ihanetler duygusuna gözünü açıyor; karısı bir yandan, çocuklarının çok da mükemmel çocuklar olmadığı gerçeği öte yandan, halletmek zorunda olduğu miras işleri, ailesindeki yetişkin tek kişi olması olduğu yere gelmesinde kendisi de en az diğerleri kadar sorumlu. Sonra da iş kendini affetmeye geliyor. Filmin büyük bir kısmı bu, bu sessiz adamı izleme… Robert Redford’ın Ordinary People filminde çok iyi bir replik vardır, ‘Eğer bu çocuk ölmemiş olsaydı, bu aile yaşamına devam edecek ve herşey güzel olacaktı. Kolejlerde okuyacak, boşanmayacak, golf klüplerine gidecek ve çok antiseptic bir hayat yaşayacaklardı fakat bir şey ters gitti ve tüm bunu yıkıp attı.’ Ben de böyle düşünüyorum. Karısı aniden bu felaketin ortasına düşünce, herşey tepetaklak oluyor ve aniden o güne kadar kaçındığınız bir dolu şeyle uğraşırken buluyorsunuz kendinizi.

AP: Çok kilit bir an var, bence, kayınpederinin ‘O çok sadık ve fedakar bir eşti, daha fazlasını hakediyordu’ konuşmasını yaptığı an. Buna cevap verebilecekken vermiyor. Şunu söylüyor ‘Haklısın. Fazlasını hakediyordu!’ O anda George’a doğru olan dramatic bir çekim var, sanki herşey odaklanıyor gibi ilk kez ona focus’lanılıyor gibi. Küçük bir olgunlaşma anı karakterin gerçekleşmesi anı.

GC: Benzer bir an da kızının ona ilk kez çıkıştığı an.  Shailene Woodley çok iyi bir oyuncu. Olay başka bir diğerinin suçu olmadığı anda, Matt herşeyi oluruna bıraktığı anda, başka birisi devreye giriyor, ihtiyacı olan biri  ki o da kızı, ve işte o zaman bir aile oluyorlar.

Film yas tutma ile de ilintili. Ölümle ilk kez tanışmanızı hatırlıyor musunuz?
GC: Kentucky’de bir Katolik olarak büyütüldüm: ölüm çok enteresan bir şey çünkü ölüm açık bir kutu. Çok gerçek bir şey. Hatta barbar bir yanı olduğunu düşünüyorum ama altında yatan teoriyi anlıyorum ölüyü görmek zorundasınız. Bunun sizinle yaşamasına izin vermelisiniz. Bu kısmını çok sevmiyorum çünkü dedemlerin son fotoğrafı, onlara hiç benzemeyen açık bir kutu.
Bir de George Amcamı hatırlıyorum, çok yakındık, elini tutuyordum göğüs kanseriydi ölümü gerçekleştiği andan itibaren beni sonsuza kadar değiştiren bir olay olmuş oldu. Sevmediğim bir şov’da çalışıyordum, yürümeyen bir ilişkim vardı ve elimi tutup şöyle dedi, ‘Ne yazık, ne yazık…!’ Sanırım sigarayı kastediyordu ama bir hayatı vardı. Gençken yıldız bir basketbolcu ve bomba pilotuymuş ve Rosemary teyzemin menajeriymiş. O da o sıralar Miss America (Amerika erkek güzeli) ile berabermiş. Sonunda besine bağlı biro dada son buldu. Ağır alkolikti. Hatırladığım, öldüğü anın hemen ardında, bir dakika sonrasında, hiç de ona benzemeyen biri gibiydi. Bu hep söylenen birşeydir ama oldukça doğru. Gerçekten çok farklı görünüyordu. O sırada şunu düşündüğümü de hatırlıyorum, ‘68 – 70 yaşıma geldiğimde bir yerde yatmış ‘Ne yazık!’ demek istemiyorum. En azından ayağım hep gazda olacak diye düşünmüştüm. Mümkün olduğunca hızlı’. Ki, yarın bana bir otobüs çarparsa ’50 yaşa çok şey sıkıştırdın’ denebilsin. Bu benim için öncelikli.

AP: Babanın kardeşi miydi?
GC: Aslında babamın amcası. Büyük amcam yani.
AP: İsmini ondan mı almışsın?
GC: Evet. Babamdan birkaç yaş büyüktü, genç amcaydı yani. Ve gerçekten de Amcaydı. Esas adam oydu. Sanırım 27 yaşındaydım. Yetişkindim ama bir yandan da ‘Ne yapıyorum, çok saçma’ diyordum. Ölüm bana hayatın yaşanması gerektiğini gösterdi. Ölmek bir  insanın yapabileceği en özel şey. Birisi elinizi tutuyor olabilir ama o yolculukta teksiniz. Oturup, bunda hep beraberiz diyebilirsiniz ama öyle değil. Bu sizing özel yolculuğunuz. O anda yanında olduğum için huzursuz olduğum bile oluyor.
AP: İnsanların çoğunun aile üyeleri ya da yakınları kafeteryaya indiğinde ölmeleri de çok enteresan.
GC: Öyle oluyor. Sanırım benim için tüm bundan çıkarılacak olan sonuç yaşamaktı. Yaşamak. Yapılacak ne varsa yapmak. ‘Bunu yapmalıydım’ pişmanlığıyla uyanmamak bir sabah.

Ya sen, Alexander?
AP: Ölümü ilk ne zaman tanıdım? Kedim öldüğünde ve dedem öldüğünde. Hayatımda kabullendiğim birşey de var ki, hayvanlar öldüğünde insanlar öldüğünden daha çok ağlıyorum (gülüyor). Bunun için yıllarca suçlu hissettim kendimi. Başka insanlardan da duyuyorum bunu. ‘Köpeğim öldüğünde çok fazla ağladım, karım öldüğünde idare ediyordum’ gibi cümleler.
GC: Babam, ki çok komik ve espirili bir adamdır, ölünün ardından yapılan konuşmalarda en iyisidir.
AP: Walter Cronkite konuşmasına bir bakın.
GC: Walter Cronkite, C-Span’de , Bill Clinton ve Barrack Obama’nın karşısında babam Walter Cronkite’nin ölümü ardından konuşuyor. İnanılmaz. Hem komik hem hüzünlü. Rosemary teyzem ile hazırlamışlardı. Bunda tam bir ustaydı babam. Bir süre sonra çıktığımızda ona ‘E, sen kaçsın, 70 var mısın’ dediğimde ‘77’ dedi, ben de ‘O zaman yaşlı bir adamsın’ dedim. ‘Evet, öyleyim’ dedi. Network’teki William Holden gibi: ‘Son, başlangıçtan daha yakın, belirgin hatlarla.’ Ben de ‘Tanıdığım herkes için vefat konuşması yapmakta da en iyi sensin…’ ‘Evet’ ‘Ve beklenmedik her türlü şeye göğüs germekte, şarapnel parçasıyla vurulmaya, ve sanırım bir noktada ben de senin için bir konuşma yapmak zorunda kalacağım’  ‘Evet.’ dedi.   ‘Ama bunda benden daha iyisin, neden bana bir iyilik yapıp kendininkini de yazmıyorsun?’ dedim. ‘Tamam, seve seve’ dedi. Şimdi üzerinde çalışıyor!

Çocuk oyuncularla bu konu üzerinde çalışmanın zorluğu oldu mu? Onları nasıl kontrol ettiniz?
AP: Çekimler başlamadan iki hafta öncesinde hep dışarıdalardı Onları etrafta takılmaları için cesaretlendirdim. Beraber de takıldık.  Oyuncuları çekim öncesinde mekana çalışmaları için oralara götürürüm hep. Etrafta dolanıp yemek falan yedik. Hepsi orayla bir bağ kurmaya hevesliler ki buda ekrana yansıyor.
GC: Shailene çok sıradışı bir kısmıydı bunun. Küçüğü [Amara Miller] yanına katıp ona gerçekten ablalık yaptı. Bunu gerçekten o yarattı. Benim için kolaydı çünkü onunla etrafta dolanıp “Hey evlat, nasıl gidiyor?” diyebiliyordum ona, çok nevi şahsına münhasır bir çocuk. Kolay oldu. O da bir şekilde Amara’yı buna dahil ederek bir aile olmamızı sağladı.
AP: Çekim aralarında dahi Amara’nın daha 10 yaşında dikkati dağılmasın diye uğraşıyordu. Bu Shailene’in işiydi. Benim küçüğe bakıcılık yapacak halim yoktu ya! (gülüyor)
GC: Benim de hiç işim olmaz! (gülüyorlar.)

Matt’in karısına gerçekten ne düşündüğünü anlattığı harika bir sahne var bu duyguyu nasıl açıklarsın?
GC: Zor. Pattie [Hastie], karımı oynayan ve komada olan, ile konuşmama dikkat etmem gerekiyordu. Ona bağırırsam hareket etmek durumunda kalacağının farkındaydım. Bir şekilde o havanın farkında olmalısınız. Ama bu bana yardımcı oldu çünkü bir hastanede olduğunuzu da unutmamanız gerekiyor. Dışarıdan ne kadarının duyulabileceğine bakma lüksümüz vardı. Sadece bu odanın içinde gerçekleştiğini, dışarıda bir dolu insan varken, ki buna iki kızı da dahil, göze alınca biraz kontrolü sağlıyorsunuz. Oyuncular ağlamaya çalışır, insanlar ağlamamaya. Oyuncular kızgın olmaya çalışır, insanlar olmamaya.

Son olarak, birbirinizi nasıl tanımlarsınız?
GC: Aynı yaşlarda…
AP: 4 ay daha genç…
GC: Film camiasında temsil ettiği onca iyi şeyin yanında çok iyi bir arkadaş. Sadece film dünyasında değil, normal hayatlarımızda da. Bundan en az filmin kendisinden duyduğum kadar zevk duydum.
AP: Yıllardır George ile çalışmanın ne büyük zevk olduğunu duyardım. Bu onaylanmış oldu. Gelişen dostluğumuzla ilgili de aynı fikirdeyim. Çok farklı hayatlarımız var. O dünyaya yayılmış biri, sürekli hareket halinde ama yollarımız kesiştiği anda her zaman çok anlamlı ve keyifli oluyor. Yaptığı herşeyde de rahatsız edici derecede donanımlı. Film çekmek, oynamak, insanlığı, arkadaşlığı, kariyerini yönetişi, atletik yeteneği. Alın size bir de iltifat: Bence o gelmiş geçmiş en başarılı insanlardan biri.
GC: Buna iltifat derim!
AP: Ama doğru. Kahrolası!.
GC: Bunu demesinin sebebi geçen günkü oyunda onu bir güzel yenmemden dolayı.

Bir yanıt yazın