Yabancı, Bir Türkiye öyküsü…

Yönetmen Görüşü

Yabancı, bir İstanbul, bir yol, bir kadın, bir Türkiye öyküsü…

Yabancı, Özgür adında 30’larındaki bir kadının öyküsü. Paris’te mülteci olarak bulunan bir babanın kızı Özgür. Anavatanını hiç görmemiş olan bu kadının yolculuğu, babasının ölümü sonrası, onun vasiyeti üzerine cenazeyi Paris’ten, İstanbul’a getirmesiyle başlıyor.

Karakterimiz yanında geçmişini de bir cenaze olarak taşıyor. Bu geçmiş, aslında sadece ebeveynlerinden ibaret. Aidiyeti ve kökleri yok. Köksüz olmak filmde yabancılığı yaratan bir olgu haline dönüşüyor. Mülteci bir ailenin çocuğu olan Özgür, yalnızca ülkesine değil bütün dünyaya yabancı.

İstanbul’un, bir kent olmanın ötesinde, Türkiye coğrafyasının bütün renklerini taşıdığını düşünüyorum. Ülkesini hiç görmemiş olan Özgür için, İstanbul yolculuğu, bir anlamda Türkiye yolculuğuna eş değer.

Özgür hayatı boyunca kökleri ve bağları olmamasının acısını çekmiş. Bunun için olsa gerek, hüzünlü bir karakter. Bir anlamda kendi kuşağının metaforu olarak da kullanılıyor filmde. Zira bizim kuşağımız diyebileceğim bu kuşağın, kendi ana vatanlarında doğmuş büyümüş olanlarının bile, bu topraklarda köklerini bulmakta zorluk çektiğini düşünüyorum.

1980 darbesinden sonra hızla değişen Türkiye’de, bu değişimi gözlemlemeye bile fırsat bulamadan yaşadık. Sonuçta da bugünkü noktaya vardık: ‘Karmakarışık değerleri, fikirleri hatta inançlarıyla, paranoyak ve kendi kalıpları dışına çıkamayan bir toplum.’ Bugün bir tarafta darbecilerin yargılanması (!) konuşulurken, diğer tarafta müphem bir askeri müdahale korkusundan beslenen şeriat yanlısı yaklaşımlarla toplum laik/dindar şeklinde kutuplaştırılırken, laiklik de islam da bir fikir ve inanç meselesinin ötesinde bir noktaya sürüklenirken amacım, Özgür’ün tam da bu karmaşayı gösteren bir gerçekliğin ortasına düşmesi. İstanbul’da adım attığımız her yerde, bu çelişkiyi ve kutuplaşmayı, hatta fanatizmi görmek mümkün. Aşiyan’dan Fatih’e, Üsküdar’dan Kadıköy’e birden bire değişiveren insan portreleri, yaşam biçimleri, yaklaşım farklılıkları filmde görsel olarak sürekli altı çizili şekilde yerini alacak.

12 Eylül 1980 darbesi, onu yaşayanlar kadar 70’lerde ve 80’lerde doğan kuşağı da etkiledi. İnsanların hayatı yalnızca politik anlamda değişmedi. Manevi değerler, yaşam biçimleri ve hatta bakış açıları pek çok köklü değişikliğe maruz kaldı. Bu çok yönlü değişim ve etki, sadece darbeyi yaşayanların değil bir sonraki kuşağın da kaderini, yapısını, hayatını ve hikayelerini belirledi.

Bir yönetmen olmanın yanı sıra, ülkemde her anlamda bu darbenin olumsuz sonuçlarını hisseden bir vatandaşım da. Ülkeme duygularımdan arınmış bir biçimde tarafsız bir noktadan bakmaya çalıştığımda, içinde bulunduğumuz bu karmaşık yapıda, 80 darbesi ile başlayan sürecin etkili olduğunu düşünüyorum. Deneyimlerimin yanı sıra; izlediğim, araştırdığım, okuduğum her şey de bana, bugünkü Türkiye ile darbe öncesi Türkiye arasındaki uçurumun hem politik hem de bireysel anlamda ne kadar derin olduğunu gösteriyor.

Ülkemin son 29 yıldaki sürecinin, politik görüşü ne olursa olsun pek çok kişi tarafından endişe ile karşılandığını görebiliyorum. Dolayısıyla öyküyü kaleme alırken bu değişimi, can alıcı biçimde ortaya koymak ve sebeplerini darbeye dayandırmak önemli bir çıkış noktasıydı benim için. Bu nedenle yarattığım ana karakter, hem bizden olmalı, hem geçmişe dair bir şeyler bilmeli, hem de aslında tıpkı benim gibi tıpkı o günlerde yaşayan tüm çocuklar gibi olup bitenden pek de bir şey anlamamalıydı. Yani karşılaştığı Türkiye’ye dışarıdan bakabilecek kadar “yabancı”, ama içinde bir yerlerde bir sızıyı hissedecek kadar da “yerli” olmalıydı.

Bütün bu anlatmak istediklerimi tarihsel bir yaklaşımla değil öznel bir yaşam hikayesi içinden anlatmayı tercih ettim. Birçok rehberim vardı yola çıkarken. Benden önce yazılmış iki büyük yol hikayesi bana ışık tuttu.

Bir yolcululuk hikâyesidir Homeros’un Odysseia’sı: Odysseus, evine dönmek için türlü tehlikelerden geçerken kendini sınar, kendiyle yüzleşir. Evine vardığında, ya o çok değişmiştir ya da orası evi değildir artık. Çünkü yolculuk, yolcuyu değiştirmiştir.

Bir başka yolculuk hikâyesi de Joyce’un Ulysses’idir: Odysseia’dan yüzyıllar sonra onun izleği ile kaleme alınır. İki karakterin, avuçlarının içi gibi bildikleri kentlerini, topraklarını, halklarını ve kendilerini bir yolculukta yeniden keşfedip onlara yeni anlamlarını giydirdikleri bir yolculuk hikayesi. Yine yoldur yolcuyu değiştiren içinde taşıdığı kıvrımlarca.

İki sanatçı da kendi dönemlerine ait karakterleri, yolculuk hikayeleri içinde gözler önüne serer. Bu eserlerin ikisinde de yaşamın kendisi zaten bir yolculuktur.

Hepimizin yaşamı, yolları okuyabildiğimizce bir yolculuk hikayesi değil midir zaten?

“Yabancı” da tıpkı böyle bir yolculuk hikayesi. Yolcusu Özgür… Yolu da İstanbul… Bir yabancı Özgür: Doğup büyüdüğü Fransa’ya da köklerini saklayan Türkiye’ye de yabancı… Hayata, aşka, aidiyete ve aileye yabancı… Ve her şeyden önemlisi kendine de yabancı…

Ama bu yabancılık bir yolculukla, bir savaşla, bir inatla, bir aşkla değişecek. Özgür babasına karşı son görevini yerine getirmek için bir misafir gibi geldiği anavatanında, kendisini bulacak. Bu ülkenin gerçeklikleriyle kendi gerçekliği, inançları ve istekleri çelişecek. İsyan edecek, hüzünlenecek, anlamaya çalışacak ve ilk kez kavga edecek.

Özgür, babasının akrabalarını bulduğunda ise yeni model bir Türk ailesi portresi ile karşılaşacak. Ülkede yükselen yeni değerlerle yüz yüze gelecek. Babasının, Fransa’ya iltica etmeden önce Türkiye’de yaşadığı, geçmişin izlerini taşıyan evini, onun bıraktığı şekilde bulmak ise Özgür için kendisine açılan asıl kapı olacak. Özgür bu evde kendi benliğine kavuşacak. Bir başkasını içtenlikle sevebilmenin, onunla sevişebilmenin güzelliğini hissedecek. Aşkla yüz yüze gelecek.

İstanbul ve burada yaşadıkları onu değiştirecek. Bu yolculuğun sonunda Özgür artık bir “yabancı” olmayacak. Yıllar yılı, kendisine olan yabancılığın yarattığı dayanılmaz acı sona erecek. O yine aynı kişi olacak ama olabildiğine farklı olarak…

Bir yanıt yazın