“Alışılmadık şartlar altında dünyaya gelmişim”.
İşte F. Scott Fitzgerald’ın 1920’lerde yazdığı ve seksenli yaşlarında doğup, geriye doğru yaşlanan bir adamı konu alan hikayesinden uyarlanan “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” böyle başlıyor: Benjamin Button hepimiz gibi zamanı durduramayan bir adamdır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, 1918’de, New Orleans’tan başlayıp 21. yüzyıla uzanan serüveniyle, onun hikayesi herhangi birininkinden daha sıradışı bir hayatı içerir. Film, pek de sıradan olmayan bu adamın yaşadığı serüven içinde karşısına çıkan kişilerin ve yerlerin, bulduğu ve kaybettiği aşkların muazzam öyküsünü, hayatın keyifleri ile ölümün hüznünü ve zamanın ötesine uzanan şeyleri konu alıyor.
Paramount Pictures ve Warner Bros. Pictures bir Kennedy/Marshall yapımı olan David Fincher filmi “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”ni sunar. Başrollerini Brad Pitt, Cate Blanchett, Taraji P. Henson, Julia Ormond, Jason Flemyng, Elias Koteas ve Tilda Swinton’ın paylaştığı filmi David Fincher yönetti. F. Scott Fitzgerald’ın kısa öyküsüne dayanan hikayeyi Eric Roth and Robin Swicord yazdı, Eric Roth senaryolaştırdı. Filmde Kathleen Kennedy, Frank Marshall ve Ceán Chaffin yapımcı olarak görev aldı.
“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”nin kamera arkası ekibi, görüntü yönetiminde Claudio Miranda, yapım tasarımında Donald Graham Burt, kurguda Kirk Baxter ve Angus Wall, kostüm tasarımında ise Jacqueline West’ten oluşuyor. Filmin müziği Alexandre Desplat’nın imzasını taşıyor.
YAPIM BİLGİLERİ
“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”nin gelişimi 1920’lerde F. Scott Fitzgerald’ın kaleme aldığı kısa hikayeyle başladı. Ama aslında ona da ilham veren şey Mark Twain’in şu sözüydü: “Seksen yaşında doğup yavaş yavaş 18’imize doğru ilerlesek hayat sonsuz mutluluk olurdu”.
Fitzgerald’ın hikayesi bir fantezi, bir hayaldi. Bu yüzden de onu beyaz perdeye taşımak çok uzun zamandır fazla iddialı ve başarması adeta hayal olan bir yapıt olarak görülüyordu. Proje yaklaşık 40 yıldır ortalıkta dolanıyordu, ta ki yapımcılar Kathleen Kennedy ve Frank Marshall ona el atana dek. On yıldan fazla zamandır, aynı proje Eric Roth, David Fincher ve Brad Pitt’in de ilgisini çekiyordu.
Hikayenin konsepti, senarist Roth için, hayatı gerek her gün yaşanan samimi anların sentezi aracılığıyla, gerek dünya savaşı kadar büyük ya da bir öpücük kadar küçük olabilecek olayların sentezi aracılığıyla çok daha geniş bir tuval üzerinde görebilme fırsatı yarattı. “Eric bu kadar büyük çaplı ama son derece kişisel bir hikayenin hakkını vermek için ideal kişiydi” diyor Kennedy ve ekliyor: “‘Forrest Gump’ta, epik hikayelerin fon oluşturduğu bir ortamda ortaya samimi portreler çıkardı ve ayrıntıları çok iyi gözlemleme yeteneğine sahip olduğunu gösterdi”.
Hayatı geriye doğru yaşama fırsatı ideal görünebilir. “Ama o kadar basit değil” diyen Roth, bunu şöyle açıklıyor: “Yüzeyde, harika bir şey olacağını düşünürsünüz ama bu farklı türde bir hayat. Bence hikayeyi zorlayıcı kılan da bu. Benjamin hayatı geriye doğru yaşadığı halde, ilk öpüşmesi ve ilk aşkı onun için yine de aynı ölçüde önemli ve anlamlı. Hayatı ileriye doğru mu geriye doğru mu yaşadığınız fark etmez, hayatınızı nasıl yaşadığınız önemli”.
Roth, hikayeyi kurarken ve yazarken, anne babasının kaybını yaşadı. “Ölümleri benim için elbette çok acı vericiydi ve hayata başka türlü bakmama yol açtı” diyor Roth ve ekliyor: “Bence insanların bu hikayede etkilenecekleri şeyler beni etkilemiş olan şeyler olacak”.
Film insanın zamandan ve yaştan bağımsız durumunu, yani hayat ve aşkın keyfini, ölümün hüznünü irdeliyor. Roth, “David de ben de bunun herhangi birinin hikayesiymiş gibi algılanmasını istedik” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Bu bir adamın hayatı sadece. Filmin olağanüstü olan yönü bu. Karşımızda çok sıradan bir adam var ve bu tuhaf karakteri etkileyen şeyler herkesi etkileyen şeyler”.
Benjamin’in içinde bulunduğu durum tamamıyla tuhaf olsa da, serüveni her hayatın özünde yatan karmaşık duyguların altını çiziyor. Marshall bu konuda şunları söylüyor: “Hayatımız süresince kendimize sorduğumuz sorulara parmak basıyor. Bir filmin bu kadar farklı ve kişisel bakış açıları ortaya koyması ender görülen bir şey. Altmışlı yetmişli yaşlarında olanlar filmi belli bir şekilde görecekler, yirmilerinde olan birisiyse başka bir şekilde”.
Yapımcı Céan Chaffin projenin uzun zamandır Fincher’ın etrafında gidip geldiğini, senaryonun daha önceki bir versiyonunun 1992’de Fincher’la çalışmaya başladığında onun masasında durduğunu belirtiyor. “Sevdiği ve yıllar içinde tekrar tekrar gündeme getirdiği bir şeydi” diyor Chaffin ve ekliyor: “Brad ona bu konuyu sorduğunda, ‘Harika bir film olabilir’ dediğini de hatırlıyorum, Senaryolar gelir gider ama bu senaryo hiç gitmedi. David bazı şeylerin doğru nedenlerden ötürü gittiğini, pişmanlık duymamak gerektiğini söyler. Bu senaryonun gitmeyip kalmasının doğru nedenleri olmalı”.
Fincher’ın kendisinin yaşadığı kayıp hikayeye duyduğu hayranlığı arttırdı. “Babam beş yıl önce öldü. Son nefesini verirken orada yaşadıklarımı hatırlıyorum” diyor ve ekliyor: “Çok derin bir deneyimdi. Sizin oluşumunuza birçok açıdan yardım etmiş olan birini, hayatınızın kutup yıldızını kaybettiğinizde, hayatınızın barometresi şaşıyor. Artık kimseyi memnun etmeye çalışmıyorsunuz ya da bir şeye tepki olarak hareket etmiyorsunuz. Birçok açıdan gerçekten yalnızsınız”.
Filmin ilk hazırlıklarında, Fincher’ın Kennedy ve Marshall’la toplantıları çoğu zaman fazlasıyla kişiseldi. Yönetmen bu toplantılar hakkında şunları söylüyor: “Hikaye hakkında konuşmaya başlıyorduk fakat daha on beş dakika geçmeden, sevdiğimiz ama kaybettiğimiz, sevdiğimiz ama bize dikkat etmeyen ya da peşinden koştuğumuz veya bizim peşimizden koşan kişilerden söz ediyor oluyorduk. Film bu açıdan ilginç; hepimizde böyle bir etki yarattı”.
Filmi yapmak iddialı bir atılım olacaktı çünkü hem dramatik hem teknik zorluklar söz konusuydu. “Mezardan beşiğe uzanan bir hayat deneyimini, inişiyle çıkışıyla, tek bir filmde ustalıkla, kısa ve öz bir biçimde nasıl aktarırsınız?” diye soruyor Kennedy ve ekliyor: “Eric’in senaryosu her an sonradan kafanızda çınlayan bir duygu demeti yayıyor. Bu hassasiyeti geçiştirmek deneyimin gücünü azaltırdı. Bu yüzden, bir yaşam deneyiminin bütününü yansıtmanın zaman alacağını baştan itibaren biliyorduk”.
Pitt için karakteri canlandırmanın tek yolu, her yaşı bizzat kendisinin canlandırmasıydı. Film açısından bu en büyük zorluklardan biriydi. “Brad karakterin hayatını baştan sonra oynayamayacaksa rolün ilgisini çekmeyeceğini söyledi” diyor Fincher ve ekliyor: “Kathy ve Frank bunu nasıl yapacağımızı oldukça merak ediyorlardı. ‘Bilmiyorum ama bir yolunu bulacağız’ dedim”.
Pitt’i ilgilendiren bir başka nokta da Benjamin’in yolculuğuydu. Fincher bu konuda şunları söylüyor: “Pek çok aktör canlandırdıkları karakterin yaptıkları doğrultusunda rolü tartar. Doğrusu Benjamin pek fazla şey yapmıyor denebilir ama muazzam çok şey yaşıyor. Brad mükemmel bir seçimdi. Daha az yetkin ellerde pasifleşebilecek bir roldü bu”.
Fincher, Pitt’e rol arkadaşı olarak Cate Blanchett’ı seçti. Yönetmen, “‘Elizabeth’teki performansından beri aktrise bir rol vermeyi düşünüyordum. ‘Sunset 5’e gidip, ‘Aman Tanrım, kim bu?’ diye düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. Böylesine bir güce ve beceriye sahip kişilerle her gün karşılaşmıyorsunuz” diyor.
Pitt ise Blanchett için şunları söylüyor: “Performanslarımızın çoğunu yukarı taşıdı. Çok başarılı. Harika bir arkadaş. Sahneleri çok az oyuncunun okuyabileceği şekilde okuyor. Onu bir zarafet abidesi olarak görüyorum. Bir dansçıyı oynaması hoşuma gitti. Ona ve kimliğine çok uygun çünkü yadsınamaz bir zarafete sahip”.
Blanchett’ın canlandırdığı Daisy karakteri ile Benjamin arasındaki ilişki Daisy bu doğaüstü şartları anlayıp onlarla yaşamayı öğrendiğinde gelişmeye başlar. Eric Roth bu konuda, “Cate kendisi yaşlanırken sevdiği kişinin geriye doğru yaşlanması düşüncesiyle barışmak zorunda kalan bir kadını canlandırıyor. O zaman yaşam Daisy için nasıl bir şey mi oluyor? Dürtüleriyle hareket eden tutkulu bir dansçıdan içinde çok derin bir güç barındıran birine dönüşüyor” diyor.
Blanchett, her ne kadar bale dersleri çocukluğunda kalsa da, Daisy’yi bir dansçının duruşu ve tutkusuyla canlandırdı. “Çocukken kızların tipik bir şekilde yaptığını yaptım ve bale dersleri aldım ama piyano ile bale arasında seçim yapmam gerekti” diyen Blanchett, şöyle devam ediyor: “Piyanoyu seçtim ama sonra tiyatro için onu da bıraktım. Dans çok sevdiğim bir sanat dalı ama sınırlarımı biliyorum. Film bu sevgimi tekrar yaşamak için harika bir fırsattı”.
Daisy, Benjamin’le teması olan çok sayıda insandan sadece biri. “Benjamin bir bilardo topu gibi; çarpıştığı her insan onda iz bırakıyor” diyor Fincher ve ekliyor: “Hayat böyle bir şeydir; bu çentik ve sıyrıkların bir derlemesi. Onu başkası değil de olduğu kişi yapan işte bunlar”.
Pitt ise şunları söylüyor: “Çentikler fikri hoşuma gitti. İnsanlar bir etki yaratır, bir iz bırakırlar. Bunda çok şairane ve kabullenici bir yan var. Yuvarlanıp gidiyorsunuz anlamına gelmiyor. İstediğiniz şey için mücadele etmiyorsunuz anlamına da gelmiyor. Hayatın kaçınılmazlarını kabul ediyorsunuz anlamına geliyor. İnsanlar gelir ve gider. İnsanlar gerek seçerek gerek ölerek terk ederler. İnsanlar terk ederler, tıpkı sizin de bir gün terk edeceğiniz gibi; bu kaçınılmazdır. Soru bununla nasıl başa çıkacağınız”.
Pitt bu olguyu sık sık birlikte çalıştığı dostuyla özdeşleştiriyor: “Film Fincher için doğru olduğunu bildiğim bir düşünceyi irdeliyor: Kendi hayatlarımızdan sorumluyuz. Başarılarımızdan ve başarısızlıklarımızdan bizler sorumluyuz. Suçlayacak ya da paye verecek başka herhangi biri yok. Yazgının mutlaka payı var ama sonuç olarak onu şekillendiren bizleriz”.
Bu rol Pitt’e önceki herhangi bir rolünde olduğundan daha karmaşık bir zorluk getirdi: Film boyunca karşısına çıkan insanlarla etkileşiminde karakterin iç gücünü ortaya koyması gerekliydi. “Benjamin Button’ın yolculuğu son derece içsel” diyor Blanchett ve ekliyor: “Rolün oyuncu olarak Brad’in üzerine yıktığı fiziksel zorluklar bir yana, esas püf nokta filmdeki herkese kulak veren, onlara yardıma hazır ve tepkisel bir karakter olmasıydı”.
Fincher da şunu ekliyor: “Belki de Brad’in bugüne kadarki en sessiz performansı”.
Roth ise Pitt’in, canlandırdığı karakterin olağanüstü yanlarını kendi temel insaniyetine dayandırdığını şu sözlerle ifade ediyor: “Performansındaki esas hüner Brad’in karakteri ‘sıradan’ bir adam gibi oynaması. Sanırım karakter için kendi hayatından bir şeyi getirerek, rol yapmanın ötesine geçti. Brad farklı türde bir yaşam sürmenin nasıl bir şey olduğunu anlıyor”.
Benjamin’i evlat edinen Queenie adlı kadının her zaman dediği gibi, “Seni neyin beklediğini asla bilemezsin”.
Benjamin, 1918 yılında, New Orleans’ta, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda doğar. Doğmak için güzel bir gecedir. Benjamin’in annesi doğum sırasında ölünce, babası çocuğun görüntüsü karşısına dehşete düşer ve onu bir emekliler evi olan Nolan Evi’nin basamaklarına terk eder. Burada çocuk evin kahyası Queenie tarafından içeri alınır.
Film olgunluk aşamasına gelmeden çok önce bu rolün Taraji P. Henson’a verilmesi, casting yönetmeni Laray Mayfield’in Fincher’a aktrisin “Hustle and Flow”daki performansını göstermesinin ardından kararlaştırılmıştı. “Bu kadar hayat dolu ve anaç olması hepimizi etkilemişti” diyor Fincher ve ekliyor: “Taraji’de Queenie’nin tüm sıcaklığını, tüm yargılamaktan uzak tavrını gördüm”.
Queenie pek çok insanın asla yapamayacağı bir iş yapmaktadır. Henson bu konuda, “Ölümle nasıl başa çıkılacağını bilen bir kadın o” diyor ve ekliyor: “Aynı zamanda, adeta bir koşulsuz sevgi abidesi. Irkçılığın söz konusu olduğu bir dönemde, kendisinin olmayan, beyaz ve böylesine sıradışı şartlarda doğmuş bir çocuğu eve alabiliyor. Tüm bunları gözardı edip onu seviyor”.
Henson canlandırdığı karakterle son derece kişisel bir düzeyde bağ kurduğunu şöyle açıklıyor: “Benim için çok ruhani bir yolculuk oldu. Babamı yeni kaybetmiştim, ve onu çok fazla özlememe rağmen, sanki ölümü Queenie’ye uzanan serüvenimin bir parçası gibiydi. Babam hastayken hiç yalnız kalmamasına büyük özen gösterdik; yatağının başında her zaman biri oluyordu. Benim yanında olduğum sırada vefat etti çünkü bununla başa çıkabileceğimi biliyordu. Bu rol acımın dinmesine, acım ise performansımı şekillendirmeme yardımcı oldu. Sanat çok iyileştirici olabiliyor”.
Benjamin yetişkinliğe ilerlerken yaşadığı kayıpları çok az kişinin karşılayacağı bir sükunetle karşılıyor. Fincher bunu şöyle açıklıyor: “Kendi ölümlülükleriyle barışık insanların olduğu bir dünyadan geliyor; dolayısıyla onu korkutan fazla bir şey yok. Tanıştığı herkes gelip geçici; onlarla geçirdiği her an son anı olabilir. Yine de, oradaki hiç kimse ölüm konusunda isterik değil; hepsi ölüme hazırlıklılar. Bu yüzden, Benjamin, çok genç yaşta ölümün en derin anlamıyla tanışıyor. Ölüm herkesin başına gelecektir ve bizler kaçınılmazı düşünmek zorunda kalmamak için hayatlarımızı başka şeylere odaklanarak geçiririz”.
Benjamin, Daisy’yle ilk olarak ikisi de çocukken tanışır. Büyükannesini ziyaret etmek için Nolan Evi’ne gidip gelen Daisy, Benjamin’in yaşlı bedeninin içinde yatan çocuğu görür. “Bu filmin temel taşlarından biri hayatlarının nasıl çakıştığı ve farklılaştığı” diyor Roth ve ekliyor: “Büyüyüp değiştikçe ilişkileri evrim geçiriyor; ve arada da birçok fırsat bulunuyor ve yitiriliyor”.
Çevresindeki herkes yaşlanırken, Benjamin tek başına gençleşmektedir. “Geriye doğru yaşlanmak Benjamin’in bazı şeylere sonsuza dek tutunamayacağımızın daha çok farkında olmasını sağlıyor” diyen aktör Mahershalalhashbaz Ali, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bazı şeylere bir süreliğine sahip olabileceğinizi, sonra onlardan ayrılmaktan mutsuz olmamak gerektiğini biliyor. Fırsat çıktığında bir şeyden alabileceğiniz kadarını alabilirsiniz ama asla sizin olmaz”.
Bu anlamda bir kabulleniş Fincher’ın babasında da gördüğü bir özellik. Yönetmen bu konuda, “Benjamin’de babamdan çok şey görüyorum” diyor ve ekliyor: “Büyük Buhran döneminin çocuğu ve de bir gazeteci olarak babam gözlemci, biraz da stoacı bir adamdı. Çevresine yargılamadan bakardı. İnsanları olduğu gibi kabul etmekten mutluluk duyduğunu hatırlıyorum. Benjamin’in tepkilerinde de bunu gördüm; özellikle insanlara ve durumlara yaklaşımında. Ona bakıp, ‘Evet, Jack böyle yapardı. Bu şekilde davranırdı’ diyordum”.
Benjamin, Queenie’nin yanı sıra Nolan Evi’nde yaşayan yaşlı adamlar ve kadınlar tarafından büyütülür. Onların maceraları ve hayat dersleri geride kalmıştır. Alacakaranlık yıllarını sessiz sakin geçirmek için Nolan Evi’ne gelmiştirler.
Queenie’nin uzun süreli aşkı olan Tizzy Weathers, Benjamin’in ilk “baba”larından biridir. Tizzy’yi canlandıran Mahershalalhashbaz Ali, canlandırdığı karakter için şunları söylüyor: “O, Benjamin için bir tür bayrak direği, erkekliği için bir barometre. Tizzy ona rehberlik ediyor ve onu büyütüyor. Okumayı yazmayı öğretiyor; Shakespeare’i öğretiyor. Ama bence her şeyden önce ona erkek olmak nedir onu öğretiyor. Tizzy, Benjamin’e bu temeli veriyor ki Benjamin’in hayatında bir erkek modeli olabilsin”.
Ama Benjamin’in tanıyıp sevdiği herkes gibi Tizzy de hayatında kısa süre için yer alacaktır. Benjamin, dış dünyaya çıkarken, Queenie ve Tizzy’nin yanı sıra Daisy’yi ve bildiği tek yuvadaki dostlarını da geride bırakır. Onu maceraya davet eden kişinin adı Kaptan Mike ve şilebindeki renkli mürettebattır.
Vücudunu kaplayan dövmeler aracılığıyla gizli kimliğini ortaya koyan bu kır saçlı kaptanı Jared Harris canlandırıyor. Harris canlandırdığı karakteri, “biraz engellenmiş, hayal kırıklığı yaşayan, ayyaş ve bir bakıma da başarısızlığından ötürü öfkeli bir sanatçı” olarak tanımlıyor ve ekliyor: “Aile işine girmiş çünkü babasına karşı koyacak cesareti bulamamış”.
Kendi babasıyla olan sorunlarına rağmen, Kaptan Mike da Benjamin için bir diğer “baba” figürü olur. Harris bu konuda ise şunları söylüyor: “Babanız hayatınızda çok güçlü bir figürdür. Bu hikayenin örgüsünde de erkek karakterler ve babalar ile oğullar arasındaki ilişkiler çok önemli yer tutuyor. Kaptan Mike, Benjamin’i bir baba-amca gibi hayatın kötülükleriyle ve zevkleriyle tanıştırıyor. Ayrıca onu denizde bir yaşamla tanıştırıyor ve böylece Benjamin dünyayı görme fırsatı elde ediyor”.
Ama Kaptan Mike, kendisinden önceki Tizzy gibi, Benjamin için sadece gerçek babasının yedeği görevi görür. Benjamin’i Queenie’nin kapı basamaklarına bırakan kişi gerçek babası Thomas Button’dır. Baba Button’ı canlandıran Jason Flemyng, “Thomas tüm hüznünü, kırgınlığını ve gelecek korkusunu çocuğa aktarıyor. Karısını doğumda kaybettikten sonra, Thomas, tuhaf bir şekilde, oğlunu geride bırakarak tüm kalp acısından kurtulacağını sanıyor ama aslında hayatının kalan kısmını bu pişmanlıkla yaşıyor. Oğlunu bıraktığı düşüncesi kafasından hiç çıkmıyor” diyor.
Hem Pitt’in hem de Fincher’ın dostu olan Flemyng, Eric Roth’un senaryosundan öylesine etkilendi ki Thomas Button rolünü alabilmek için kendini hemen bir kasete kaydetti. Bunu şöyle anlatıyor: “Bu rolde neler yapabileceğimi Fincher ve Céan Chaffin’e ir an önce göstermek için sabırsızlanıyordum. Bunun sinemaya gidip izlemek isteyeceğim türde bir film olacağını biliyordum. Gerçekten de bu filmin bir parçası olmak istedim”.
Benjamin uzakta bir Rus liman şehri olan Murmansk’ta reşit olur ve burada bir başka kilit kişiyle, Elizabeth Abbott’la (Tilda Swinton) tanışır. “Tilda her şeyi yapabileceğini defalarca kanıtladı” diyen Kennedy, şöyle devam ediyor: “Perdeyi Brad, Cate, Taraji ve filmin tüm diğer harika oyuncularıyla paylaşma fırsatı bir bütün olarak yapımın enerjisine büyük katkı sağladı”.
Bir diplomatın karısı ve yalnız bir kadın olan, İngiliz Kanalı’nda yüzmenin hayallerini kuran Elizabeth Abbott, Benjamin’e ilk öpüşme deneyimini tattırır. Swinton, “İkisi de birbirlerinden bir şeyler öğreniyorlar. Elizabeth rahat, enerjik ve kendini arayan bir kadın; Benjamin ise sabırlı, sade ve iyimser. Aralarında adil bir alışveriş var. Hayat macerasının sonuna gelmiş bir kadın olarak Elizabeth, Benjamin’deki yeni başlıyor olma hissinden etkileniyor, çünkü Benjamin yeniliklerle ve bağımsızlıkla yaşıyor, seçenekleri var ve kendi hayatını kendi elinde tutuyor. Ben Elizabeth’in bu şekilde etkilenmesini çok dokunaklı buldum”.
Benjamin’in şileple seyahat ettiği dönemlerde, Daisy’nin yaşam çizgisi onu New York’a getirir. Hayatının baharında, duygu yüklü, sınırları zorlayan genç kadın burada bir dans grubuna katılır. “Bu, karşılıklı bağımlılığın olduğu, ‘Sensiz yaşayamam’ türünde bir aşk şarkısı değil” diyor Fincher ve ekliyor: “Birbirlerini beklemiyorlar. İkisi de cinsel olarak hareketli. Onlar her ne kadar kolay bir yol olmasa da, belli bir süre birlikte olmayı seçen tamamen bağımsız iki insan”.
İkilinin yaşamları süresince hayat çizgileri buluşacak ve ayrılayacaktır, ta ki, Fincher’ın deyişiyle, bir arada olma vakitlerinin geldiğini gösteren ortadaki o “tatlı kesişme noktası”nda kavuşana dek. Yönetmen bu konuda şunu söylüyor: “Evren tam olarak doğru anda ikisini oldukları kişiler yapmak için bir komplo kurmuş. Nihayet bir araya geldiklerinde derin bir soluk alıyorsunuz çünkü artık aralarındaki ilişki olması gerektiği gibi olabilir”.
Daisy, ve Benjamin’in dünyasını dolduran tüm insanlar öykünün gidişatı içinde kendi iniş çıkışlarını yaşıyorlar. Onların hikayeleri ister somut ister karenin dışında olsun filmin dokusunun varlıkları yadsınamayacak birer ilmiği.
“Bence David’de sanatçının filmin malzemesini elinde tutma özelliği var” diyen Swinton, bunu şöyle açıklıyor: “Kolları sıvalı. Hem Hollywood sinemasının geleneklerini biliyor hem de sinemanın sınırsız olasılıklarını görüyor. Üstelik bunları gerçek bir öncünün tavrıyla yapıyor. Kum havuzundaki bir çocuk gibi. Çalışma arkadaşlarıyla oluşturduğu görüntülerin, aslında kendi kafasında zaten tamamen oluşturmuş olduğu filmin bir bilgisayardan indiriliyormuş gibi indirilmesinden ibaret olduğu hissine kapılıyorsunuz. Sanki kendi film zevkini gelişmiş bir oyun içinde bir araya getiriyor; sanki bir rüyayı hatırlarmış gibi. Mucizeler ondan hiç uzak değilmiş gibi görünüyor”.
Pitt de benzer bir görüş bildiriyor: “David içine şeytan girmiş bir adam gibi. Sinema gözü olağanüstü. O, hareket halindeki kameranın dengesi ve balesinde süperden daha azıyla yetinmez. Büyük ödül ise sonunda ortaya ustalıkla işlenmiş bir yapıtın çıkması. David adeta bir heykeltıraş”.
Blanchett da yönetmen için şunları söylüyor: “Bir fikri, bir anı, bir görüntüyü, bir karakteri ya da sahneyi daire içine alıyor ve her açıdan görüyor. Başkaları genelde bir fikri üç boyutlu görünce tatmin olur. David ise o fikri altı yedi boyutlu görene dek araştırmaya devam ediyor. Başkaları, ‘Dur David, bu imkansız’ dediğinde, daha da kamçılanıyor. Bence pek çok yönetmen bu filmi ve bizleri David’in götürdüğü noktaya yaklaştıramazdı”.
“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” Montreal ve Karayipler’in de aralarında bulunduğu çeşitli mekanlarda çekildi. Karakterin doğum yeri olan New Orleans da bunlardan biriydi. Yapım başladığında şehir Katrina kasırgasının yıkımını yeni yeni atlatıyordu. “Katrina kasırgasından önce New Orleans’ta çekim yapmayı planlamıştık ama felaketin ardından orada çekim yapıp yapamayacağımız konusunda bir belirsizlik dönemi oldu” diyor Kennedy ve ekliyor: “Ancak, şehir yönetimi kasırgadan iki gün sonra bizi arayıp planlarımıza sadık kalmamız için bizi coşkuyla yüreklendirdiler”.
Kısa süre önce ağır duygusal ve fiziksel hasar görmüş bir bölgede çalışmak yapımcılar için lojistik sorunları beraberinde getirdiyse de, “Şehir yönetiminin kusursuz desteği ve tüm ekimizin inanılmaz yetenekleri sayesinde bu sorunlar kolaylıkla aşıldı” diyen Marshall, şöyle devam ediyor: “Her bir gün dikkatle planlandı ve prova edildi. Ayrıca David’in her alandaki önderliği herkese yapması gereken iş hakkında net bir fikir verdi. Böylece, genel olarak, çekimler çok yolunda gitti”.
Yapımcılar çok geçmeden zor günler yaşıyor olmanın şehrin insanlarını ruhen sarsmadığını gözlemlediler. Chaffin bu konuda şunları söylüyor: “Bence Fincher’la ben çok talihliyiz çünkü orada olmak isteyen insanlarla çalışma imkanımız oldu. Bu filmde inanılmaz oranda çok, ‘Evet, sizi burada görmekten mutluluk duyarız’ cevabı aldık, özellikle de Louisiana’dan. Senaryoyu okuyan herkes onun bir şeyinden etkilenmişti; etkilenilen şey kişiden kişiye de değişiyordu. Sanırım bu film onlara kendi hayatlarından bir şey hatırlattığı için onun bir paçası olmak istediler”.
Şehrin zamandan bağımsızlığı Fincher’ın filmindeki dönemlerin dokusuna mükemmel uyum gösterdi. “Filmdeki her dönemi zamanın geçtiğini çok da açıkça vurgulamadan yansıtmak önemliydi” diyor yapım tasarımcısı Donald Graham Burt ve ekliyor: “Setlerin içinde zamandaki doğal akış hissini yaratmak daha da önemliydi. [Set dekoratörü] Victor J. Zolfo’yla birlikte setlerde hangi öğelerin değişmesi hangilerinin zamanda asılı kalması gerektiğini tartışıyorduk. Her öğenin bir amacı ve mantığı olması gerekliydi; sadece boşluk doldurmak için oraya konulmamalı ya da değişiklik olsun diye değiştirilmemeliydiler”.
Fincher yapım tasarımı ekibiyle birlikte çalışarak, setlerde, birinin tavan arasında bulunmuş bir fotoğraf albümünün sayfalarını çeviriyormuş hissi yarattı ve setleri sıradan hayatlar yaşayan sade insanların portreleriyle donattı. “Setlerin her biri için kendi ‘hayat’ hikayelerimizi yarattık, özellikle de Nolan Evi ve [Benjamin’in Elizabeth’le tanıştığı] Murmansk’taki Winter Palace Hotel’i için. Buraları Benjamin’in hayatındaki önemli olayların geçtiği yerler” diyor Zolfo.
Yapımın her seviyesinde değişmez kural hikayenin özündeki asıl gerçekleri besleyecek inandırıcı bir gerçekçilik yaratmaktı. “Her ne kadar bu hikayede fabl esintileri olsa da, filmin gerçekçiliğin sınırlarında olabildiğince gezinmesini istedim” diyen Fincher, açıklamalarını şöyle sürdürüyor: “‘Bir varmış bir yokmuş’ tarzında bir şey istemedim. Oyuncuların işini kolaylaştırmak istemedim. İzleyicilerin işini kolaylaştırmak istemedim. Yapım tasarım ekibinin işini kolaylaştırmak istemedim. Her şeyin dönemlere uygun olması gerekiyordu: O dönemde orası nasıl görünüyordu, insanlar ne giyiyordu, ne tür gözlükler ve işitme cihazları takıyorlardı? Tüm bu ayrıntılar gerçeğe uygun olmalıydı”.
Kostümler döneme uygun ve stilizeydi. Kostüm tasarımcısı Jacqueline West, çalışmaları arasındaki simetriyi sağlamak için erken bir evrede Burt ve Zolfo’yla buluştu. “David bir ressam gibi çalışıyor” diyen West, sözlerini şöyle açıklıyor: “Tren rayı setine gittiğimde, orasının bir Caillebotte tablosuna benzediğini düşündüm. Dolayısıyla, ilham alabilmek için Caillebotte’un ve Edouard Manet, Toulouse Lautrec, Courbet gibi diğer erken dönem empresyonistlerinin tablolarına başvurdum. Don Burt’ün güzel hassasiyetini kavrayabildiğim noktada renk paletime koyu renkli ve bulanık olan hangi rengi koyarsam koyayım uygun olacağını biliyordum”.
West, özellikle Benjamin Button’ın hayatının erken döneminde yer alan Queenie’nin gardırobu için Buhran Dönemi fotoğrafçılarının karelerinden yararlandı. “Queenie son derece karakter sahibi yoksul bir kadın. Bu yüzden, gardırobunun da onun karakterini yansıtmasını istedim” diyen West, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Onun kıyafetlerinin büyük kısmının Nolan Evi’nde yaşamış ve ölmüş kadınların kendisine verdiklerinden oluşacağını düşündüm. Bu kadınlar belki de 20 yıl önce kıyafet alışverişi yapmayı bırakmış olmalıydılar. Haliyle, Queenie’nin kıyafetlerini zamanın biraz gerisine götürdüm”.
Daisy ise aksine hep son moda giyinen, o dönemin bele oturan kıyafetlerini tercih eden bir kadındır. West, Daisy için dans koreografisinin öncüsü George Balanchine ile onun eşi ve ilham perisi olan Tanaquil LeClercq’i esas aldı. Bu çiftin ilham verdiği bir diğer kişi de Blanchett’tı. Aktris, “Daisy’nin gençliğinde popüler olan dans figürlerine baktım. George Balanchine ve Tanaquil LeClercq özellikle ilgimi çekti” diyor.
Blanchett, West için ise şunları söylüyor: “Provalarda Jacqueline balerin kıyafeti giydi. O görüntüsü bana vücut diliyle, duruşuyla ve iç çatışmalarıyla LeClercq’in resimlerini o kadar çok hatırlattı ki…”.
LeClercq 1940 ve 50’lerde Amerika’nın önde gelen tasarımcılarından olan ve “Amerikan Görünüşü”nün yaratıcı kabul edilen Claire McCardell’in kıyafetlerini tercih ediyordu. West, Daisy’nin en unutulmaz kostümlerinden biri olan ve Benjamin’le randevusunda giydiği dökümlü kırmızı elbise için bir McCardell tasarımından yararlandı. “Jackie kesinlikle suç ortağımdı” diyor Blanchett ve ekliyor: “Her bir dikişe, her bir düğmeye bayıldım. Beni Claire McCardell’le tanıştırdı. Elbise provaları benim için bir aydınlanma gibiydi. Kendimi muazzam şanslı hissettim”.
Hayatının başından sonuna Benjamin Button’ı giydirmek içinse, West 20. yüzyılın sinema ikonlarından yararlandığını söylüyor: “40’lardaki Gary Cooper’ı, 50’lerdeki Brando’yu, 60’lardaki Steve McQueen’i kullandım. Müthiş birer ilham kaynağıydılar. Brad’de de aynı karizma olduğu için o kıyafetleri taşıyabileceğini biliyordum”.
Pitt için gençliliğinden yaşlılığına Benjamin performansını destekleyecek bir diğer fiziksel öğe de dijital tekniklerdi. Uzun zamandır Fincher’la çalışmış olan görsel efektler amiri Eric Barba, “David bana daha en başından, ‘Performansı baştan sonra Brad yapmalı’ dedi. Benjamin filmin duygusal merkezi ve doğal açıdan imkansız gibi görünen zamanlarda da hikayenin içinde. Efektler ekibi olarak bizim önümüzdeki zorluk buydu”.
Barba, Oscar® ödüllü özel makyaj tasarımcısı Greg Cannom’la omuz omuza çalıştı. Cannom film süresince yaşlanma ve geriye dönük yaşlanma etkilerini destekleyecek protezleri yaratmakla sorumluydu.
Ayrıntılara gösterilen büyük özen filmin dijital görüntü yönetimine de yansıdı. “David’in film için çekim stili, David Lean’in mekan ve zaman hissini yakalayan destansı çekimler olarak nitelendirdiği şeyi andırıyor” diyor Marshall ve ekliyor: “Filmin duygusal keskinliği, David’in kamerayı bir gözlemci gibi kullanması sayesinde güç kazanıyor. Karakter tahliline dahil olmanızı istiyor ki kamera çalışması daha bilerek ve sakin yapılabilsin. Bu, hızlı çekimler ve çılgın kamera hareketleri gerektiren bir film değil”.
Görüntü yönetmeni Claudio Miranda, “Filmin olabildiğince doğal görünmesine çalıştık. Işık kaynağının nereden geleceğini tahmin edip, ona göre ayarlama yapmayı hedefledik. Bazı sahnelerde kareye ampuller koyduk ve ışıklandırmada onları kullandık. Normalde kareye ampul koyarsınız ama bunların ışığını kısıp, gerçek ışıklandırmayı dış bir kaynaktan yaparsınız. Olduğu haliyle ışığı kullanmak çok hoştu bence”.
Işık kaynakları bir dönemden diğerine geçerken değişim gösterdi. Fincher bu konuda şunları söylüyor: “Teknoloji ilerledikçe mumlardan gaz lambalarına sonra da ampul ve flüoresanlara geçiliyor. Bir kaç yerde sinema ışığı kullandık ama fazla değil. Doğal ışık kaynaklarını kullanabilmek, aynı zamanda hızlı hareket edebilmek için çoğunlukla dijital çekim yapıldı”.
Zaman zaman da çekimler kendiliğinden ortaya çıktı, Blanchett’ın Benjamin’le New York’taki randevusu sırasında kameriyede yaptığı dansı içeren zarif sahnede olduğu gibi. Fincher bunu şöyle açıklıyor: “Kameriyedeki sahne çok sadeydi. Orayı görünce, ‘Burada çekim yapmalıyız’ dedik. Arka planın nasıl olacağı konusunda bazı sorular vardı. Ben de, ‘Orası bataklık olduğuna göre fona biraz buhar ve duman verelim; ağaçları da ışıklandırıp, Kate’i siluet olarak gösterelim’ dedim. Eski, klasik bir Hollywood stili peşindeydik. Çok sade bir sahneydi. Bir müzik kutusunu andırıyordu”.
Fincher’ın şaşmaz hassasiyeti ve böyle ayrıntılara gösterdiği özen, Benjamin’in öyküsünün özünde yatan doğruları derinlemesine kavrayışıyla bütünleşti. “Hikayenin destansı boyutu ve duygusal yelpazesi düşünülünce, David’in yaptığı tüm seçimler tek kelimeyle mükemmeldi ve bizlerin filmin bir parçası olmaktan büyük mutluluk duymamızı sağladı” diyerek sözlerini noktalıyor Kennedy.
6 Şubat 2009’da sinemalarda.
Resimler: